26 Mart 2009 Perşembe

saraybosna blues | m. fatih kutan

saraybosna blues
semezdin mehmedinoviç
çev. ay başman – sina baydur
pupa yayınları
Ne vakit aklıma düşse Saraybosna, bu düşüncemin kenarına şarkılar değer mutlaka. Leyla Jusic’in sesi önce belli belirsiz hafif, vakit ilerledikçe etkileyici bir koku gibi kuşatır Saraybosna hayallerini. Hiç yoluna düşülmemiş, yakın gelecekte de yol görünmeyen şehrim. Hamuru onun toprağından karılmış biri kadar yakın olma isteğimin kaçınılmaz sonucu olsa gerek, onun sakinlerinin ona seslendiği gibi söylüyorum hep adını: Sarajevo. Yıldız Ramazanoğlu’nun Zilha’sını Saraybosna’da farzetmiştim, öyküde bir şehir belirteci olmamasının da verdiği cesaretle. ‘‘Nehre baka baka gözlerimizi dinlendireceğiz ne güzel’’ cümlesini de bu şehrin güzelliğine yorduğumdan, Saraybosna’yı biraz daha derine yerleştirmiştim hemen.

Bu düşlerin, düşüncelerin, hayallerin ve milyonlarca insanın rüyalarının üzerine bir karanlık örten savaş yıllarından geçti Bosna. Savaşın bir Pazar günü başladığından gayet emin Semezdin Mehmedinoviç. Her Pazar futbol oynadıkları arkadaşlarından birinin yokluğunu fark etmiştir ama pek de önemsememiştir açıkçası. Maçtan sonra eve doğru yol alırlarken bir grup ‘kafaya çorap geçirmiş’ adam yollarını keser. O gün maça gelmeyen ‘bizim takımdan’ dediği Sljuka’yı bu grup içinde fark etmesinin doğurduğu sorulara cevap bulamayacaktır, tıpkı o kafası çoraplı adama sorduğu ‘Sljuka, sen misin?’ sorusuna bir cevap alamadığı gibi. Soruların cevapsız haliyle de her şey ortadadır ne de olsa.
Mehmedinoviç, savaştan önce edebiyat ortamlarında bulunan, çocuklar için şiirler yazan, lirik bir üslup kullanan Radovan Karadziç hakkında dikkate değer notlar sunuyor kitabında. 2008’in Temmuz ayından yakalanan ve 1992-1995 yılları arasında Bosna’da işlenen katliamlarla ilgili olarak hakkında aralarında soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarının da bulunduğu 11 ayrı suçlama bulunan Karadziç için ‘‘Miloseviç’in nasyonalist-stalinist projesi için aradığı mükemmel çömez’’ yorumunun ardından Karadziç’teki değişimi şöyle anlatıyor: ‘‘Yüz ifadesi vahşileşmişti, bir zamanlar tanıdığım insanın yerine bir başkası gelmişti. Alçakgönüllü tavırları, bir ölünün bedeninden ayrılan ruh gibi uçup gitmişti.’’ Karadziç’in yalanlarını televizyonda dinleyince kütüphanesindeki Karadziç’in çocuk şiirleri kitabını –Mucizeler Olur Mucizeler Olmaz- yırtmasına oğlu Harun engel olur. ‘‘Oğlum bu kitabın yazarını tanıyordu ve böyle bir adamın ona zarar verebileceğini kabul etmiyordu.’’ Karadziç’in savaş öncesinde bir psikiyatr/şair oluşu, hepimiz için aşılması güç yüksek bir duvar sanırım. Bir de Karadziç’in, ‘acımak yok, haydi gidelim/şehirdeki soysuzu gebertelim.’ mısrasının savaş kampanyasında slogan olarak kullanıldığını düşünürsek.



Savaşın şiddetlenerek devam etmesi insanların zaman ve yaşam algılarını tamamen alt üst etmektedir, sıhhatli bir hâlin dışına çıkılmaktadır gün be gün: ‘‘Saldırılar önümüzdeki aylarda da sürecek olursa, çoğu kişi Wilson Yolu’nda tepsine düşen kestaneleri el bombalarından daha ağırmış gibi hissedecek.’’ Kuşatma altında ve her gün bombalanan bir şehir, caddeler boş, fakat mesela aksatmadan işine giden bir gassal vardır, Hajra. Tüm kurumları felç olmuşken gasilhânesinin ‘mesai’si aksamayan bir şehir profili, acı’yı saf hâliyle anlatabiliyor bize. Bu minval –minval, şiddet demek bu şehirde- üzre savaş devam ederken yazarın da fazlasıyla rahatsız olduğu bir durum vardır: Hâlâ, ‘neden bunlar başımıza geldi’ diye soran ‘entellektüeller’. ‘‘Aptallar, anlamıyorlar ki cevabı: Çünkü! Sadece çünkü. Ve bu nedenle artık herhangi bir soru sormak için çok geç.’’ Bazı Müslüman sanatçıların şehri işgale gelen Çetnikleri getiren konvoylarla Belgrad’a kaçmalarını aşağılık duygusuna bağlıyor ve aynı sebeple birçok Müslüman’ın çocuklarına Ortodoks isimleri verdiklerini belirtiyor Mehmedinoviç. Yazarın bu ifadeleri gerçekten şaşırtıcı, zira savaş döneminde İHH adına Bosna’da bulunan ve muhabirlik yapan Hakan Albayrak ‘Saraybosna Aslanları’ yazısında bunun tam zıddı cümleler kurar: ‘‘Aliya İzzetbegoviç ve arkadaşlarının kurduğu Demokratik Hareket Partisi’nin ilk kongresi, ‘MÜSLÜMANLAR – İsimden Kongreye’ sloganıyla yapılmıştı. İsim… Boşnak’ları 1878’den, yani Osmanlı’nın Bosna-Hersek’i terk etmek zorunda kaldığı günlerden 1990’lara taşıyan; bu halkın Halsburglar, Yugoslavya Krallığı, 2. Dünya Savaşı ve Tito Yugoslavyası dönemlerinde –dimdik olmasa bile- ayakta kalmasını sağlayan, büyük ölçüde Müslümanca isimlerdi. […] ‘Valter Saraybosna’yı Savunuyor’ adlı meşhur partizan filminin Boşnaklar açısından en muteber sahnesi, direnişçi bir kızın Naziler tarafından kurşuna dizildiği sahnedir. Boşnak seyircisi ne partizanların, ne de Nazilerin yanındadır; onu ilgilendiren, partizan kızın öldürüldüğü sırada, onu seven başka bir partizanın geceye karşı haykırdığı isimdir: AZRA!’’
1995 Şubat’ına değin bu kitabı oluşturan notları tutar Mehmedinoviç. İnsanlardan ve milletlerden bir beklentisi kalmamıştır artık, Hajra’nın -ne de olsa bir gün lazım olacak diye- hediye ettiği sabun ve havlu ‘ölü bir adam’ olma düşüncesine alışmasını kolaylaştırır, kitapların şarapnelleri tutma özelliğini de öğrenmişlerdir mesela, sığınakların bütün duvar boşluklarını kitaplarla kapatmışlardır ve ‘şehir, artık askeri harita misali dümdüz’ olmuştur. Tüm bunların yanında kuşatma altındayken sinema festivali düzenlenebilen bir şehirden bahsediyoruz. Kitabın sonunda yazarla yapılan söyleşide Sırplar ve Boşnaklar arasındaki yaşama bakış farkını net olarak gösteren bir örnekten bahsediliyor: ‘‘O sıralar olan biten her şeyin en hakiki temsilcisi No Smoking adlı müzik grubuydu. Grup sonraki senelerde, biri Saraybosna’da diğeri de Belgrad’da olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Savaşın sonunda No Smoking’in Saraybosna kolu aşk şarkıları CD’si çıkarırken, Belgrad kolu savaş şarkıları CD’siyle öne çıkmıştı. Belli ki onlar için savaş henüz bitmemişti.’’ Hem ne diyordu Zilha, ‘‘Herkesin gönlünde uzun bir kış gömülü. Dışarısı bahar. Kuş barışıyla havalanabiliriz tekrar. Uçuşabiliriz. Parçalara ayrılabiliriz. Her dağa bir parçamız konulmuştur. İbrahimî bir seslenişle tek parça olup sesin sahibine doğru uçuveririz.’’
[ hece edebiyat dergisi, mart 2009 sayısı]

18 Mart 2009 Çarşamba

tеодулија [teodulija] | vino veritae

haklarında çok şey bilmiyorum.
sırp grup.
ivica stojanovic ve branko isakovic'ten oluşuyor.
halk şark'ılarını yorumluyorlar.
piyasa tabiriyle, 'ethno-folk' müzik yapıyorlar.
balkanlar misak-ı millî muhabbeti dışında ancak bu kadar yakın olabilirdi.
sırp ve hırvat ve boşnak şark'ılarını hep birbirlerine karıştırmışımdır zaten.
sebebini akif emre'den öğrendim, demişti ki:
'boşnak slav kökenden gelen demektir. yani sırp, hırvat ve boşnakları ayıran şey, bunların etnik özelliklerinden çok, dinî özellikleridir. dilleri aynı dil grubundan ama katolik olana hırvat, ortodoks olana sırp, müslüman olana boşnak diyoruz.'
[hece edebiyat dergisi, şubat '09 sayısı]
bu sözlere esaslı bir kanıt bu şark'ılar.
araştırıp, öğrenmesem, bilmesem boşnak şark'ıları olarak dinleyebilirdim.
sırpça, tеодулија olarak yazılıyor isimleri.
latin mevzûna girersek, teodulija veya teodulia şeklinde.
ve grubun vino veritae albümünü dinlemenizi şedid bir hâlde tavsiye ediyorum.
ves'selâm.
albümün şark'ıları,
1. Zaigrale, mamo, devojčinja ( narodna, vokal: Madam Piano, Nevena Reljin, Teodulija)
2. Zemi me, zemi (narodna, vokal: Mirjana Jovanović)
3. Đorđe (narodna, vokal: Iva Nenić i Sanja Kunjadić – grupa Arhai)
4. Kosovski božurovi (D. Nikolić, vokal: Jordan Nikolić)
5. Gugutka guka vo osoje (narodna, vokal: Merima Njegomir)
6. Bađang – tam deka ima (narodna, vokal:Teodulija)
7. Čoček ( I. Stojanović, klarinet: Ivica Mit)
8. Ječam žnjela kosovska devojka (narodna, vokal. Vasilija Radojčić, Teodulija)
9. O včar sam devet godini ( narodna, vokal: Aleksandar Vasov)
10. Krstonoše krsti nose (I. Stojanović, vokal:Dejan Najdanović – Najda, Hor Sv. Nikola)
11. Poletela dva sokola (narodna, vokali:Dečiji hor PBPD, gusle:Boško Vujačić)
12. Pesma kosovskih junaka (D. Karuović – Lj. Simović, vokal: Teodulija)
13. Stihira Sv. Savi (narodna, vokal:Aleksandar Novaković)
14. Koloplet (I. Stojanović)
...

12 Mart 2009 Perşembe

12 mart: yalanla vals | 12 mart öldürür!


1- Meclis ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatlarıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasanın öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.

2- Türk milletinin ve sinesinden çıkan Silahlı Kuvvetleri’nin bu vahim ortam hakkında duyduğu üzüntü ve ümitsizliğini giderecek çarelerin, partilerüstü bir anlayışla meclislerimizce değerlendirilerek mevcut anarşik durumu giderecek anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle ele alacak ve inkılap kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı bir hükümetin demokratik kurallar içinde teşkili zaruri görülmektedir.

3- Bu husus süratle tahakkuk ettirilemediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri kanunların kendisine vermiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak ve kollamak görevini yerine getirerek, idareyi doğrudan doğruya üzerine almaya kararlıdır. Bilgilerinize.

Bilgilendirme böyle başlamıştı ve ‘kardeş kavgasına bir nihayet olsun’ diyen sineden devşirilmiş silahlı kuvvetler, gökten zembille indirilip kendisine verilmiş olan koruma–kollama görevini itina ile yerine getireceğini, hiç gocunmayacağını, üşenmeyeceğini, vicdanının sızlamayacağını taahhüt eylediği yukarıdaki metinle bildirmişti 12 Mart sabahı. ‘Başarılı’ olmuş ikinci, emir komuta zinciri içinde yapılan ilk darbemize muhatap olunulmuştur nihayet. 27 Mayıs’ta başbakan dahi asıldığına göre, ve ardından halkta birkaç cızırtı dışında güçlü bir frekans dalgası oluşmadığına göre, bu seferde üç-beş ‘anarşik’ çocuk asılabilirdi, doğaldı, gerekliydi. Üç yağlı urganla, ilke ve inkılaplara yağ çekilmiş olacak, düzen devlet alet edevat yoluna girecekti.

BiR iÇ KANAMA: DERiNiN iÇi KIRÇIL DEGiL
Derinin içi dışı gibi kırçıl olmamakla birlikte, vahim bir iç kanama mevzûna işaret etmekteydi. 12 Mart muhtırası verilmeseydi, ordu içinde yapılanmış olan ve başında Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun bulunduğu gizli askerî cunta 9 Mart 1971 tarihinde darbe yapacaktı. Cunta içine sızmış ve mühim görevler üstlenmiş Mahir Kaynak aracılığıyla cunta haber alınmış ve 12 Mart muhtırasıyla birlikte, bu işe teşebbüs eden Orgeneral rütbesinden daha aşağı kıdemdeki tüm ordu mensupları re’sen emekliye sevkedilmekteydi. O tarihlerde TİP arasındaki ayrışma sonucu Mihri Belli çevresindeki TİP mensupları yapılacak devrimi iki aşamalı görmekteydiler: Önce Milli Demokratik Devrim ‘askeri darbe’ şeklinde ‘genç subayların’ önderliğinde gerçekleşecek sonra da ‘proleter devrim’ şiddete dayanmadan kesintisiz bir şekilde işçi sınıfının hakimiyetini kuracaktır. Muhtıraya giden süreçte Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim gazetesi çevresinde toplanmış olan, ve içerisinde 27 Mayıs darbesini yapan Milli Birlik Komitesi’nin gerçek lideri Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu’nun da bulunduğu ‘Milli Demokratik Devrimciler’, o dönemin siyasi patilerinin boş bir oyalamaca olduğunu öne sürmekteydiler ve ‘ulusçu-devrimci yöntem’ doğrultusunda parlemanto dışı muhalefete sahip çıkıyorlardı. Nitekim Devrim gazetesinin genel yayın yönetmeni Hasan Cemal, 25 Mart 2008 tarihli Milliyet’teki köşesinde şöyle yazıyordu:

‘‘… Neredeyse kırk yıl öncesine gittim. 1969’u, 1970’i, 1971’i düşündüm. Darbeci ya da cuntacı yıllarımı... Bu işlerin içindeki birçoğumuz gibi ben de mesleğimi o zamanlar devrimci diye tarif ediyordum. Bir araç olan askeri darbe ile ‘devrim’in önünü açacaktık çünkü... Öyle inanıyorduk. Gözümün önünden geçip giden filmin karelerinde kimler yoktu ki. Doğan Avcıoğlu’yla İlhan Selçuk vardı, İlhami Soysal’la Uğur Mumcu vardı, Cemal Madanoğlu Paşa’yla birlikte daha nice general ve asker kişi vardı. O tarihlerde ‘darbe’nin peşindeydik. Özellikle Ankara’da askerle ‘organize işler’in içindeydik. Bize çalışan bazı devrimci gençler sağda solda bomba patlatarak asker için darbe ortamı oluşturuyordu. ‘Ordu-gençlik el ele, milli cephede!’ mitingleri düzenleniyordu.’’

YALANLA VALS
Mesele buydu ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler, Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur*, Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu’nun açıkladığı muhtırayla, içlerindeki düğüm böylece çözülüyordu. Bu kez parlamento fesh edilmedi, partiler kapatılmadı, Anayasa askıya alınmadı. Yayımı yasaklanmış olan tüm sol yayınlar toplatıldı, TİP ve DİSK kapatıldı, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan tutuklandı.

Muhtırada tek kelime ordu içi vals’lerden bahis geçmiyor. Her şey anarşistlerin yaptığı anarşik hareketler sonucu oluşan anarşi ortamının suçuydu. Ve diyeti de ödetilmişti, ama esas sorumlulara değil tabiî ki her zaman olduğu gibi tali ‘kahraman’lara. Bu defa da, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, bütün bu görünüşteki ve görünmeyişteki valslerin kurbanıydılar.

*(General Muhsin Batur, yazar Enis Batur’un babasıdır. Enis Batur, babasıyla askerlik üzerine bir diyalogunu söyleşisinde şöyle anlatıyor: ‘‘Sorunlu bir genç, dikkafalı biriydim, her vakit başlarına dert oldum. Askerliğimi 12 Eylül döneminde Çankırı’da yaptım. Nokta dergisi benimle bir söyleşi yapmıştı sonrasında, ‘Askerliğin onurumu kırdığını’ söylemiştim ve babam bu cümleme üzülmüştü. Ne yapalım ki öyleydi.’’

Doğru, ne yapalım ki, baba ve oğul arasındaki ‘fark’ bu denli olabiliyor. Enis Batur adına söylersek, iyi ki de oluyor!)

YIL 2009
Madem yalanlar, valsler, bahaneler, uygulamalar, baskılar bu kadar sert ve yalan, ölümlerse gerçek; ‘öyleyse konuya ‘temel’ bir sorudan yaklaşılmalı’ düsturunu üstlenen yazıyı 3 Mart 2009 tarihli Taraf gazetesinde okuduk: Sevan Nişanyan ciddi bir ironiyle veya bir ironi ciddiyetiyle soruyordu: Türkiye’ye sahiden bir ordu lazım mı? 11 adet iç-dış ‘tehlike’yi sıralayıp yazar kendisi de bir cevaba varıyordu lakin biz cevabı bir şairimizden, Cahit Koytak’tan dinleyelim. Bu yazının ve hayatta kalmanın sadedi budur vesselâm:

can sıkıntısından oturup darbe planı yapan asker, sivil bütün generaller için dostça öneriler

bakın komutanım, herkes gibi benim de
ilk aklıma gelen:
her biriniz onar bin ağaç dikin,
yüzer bin ağaç dikin!
yahut kırmayı yüreğinizin kaldıramayacağı
düşman sayısı kadar ağaç dikin ki,
adınızla anılan ormanlar kaplasın
savaş meydanlarını,
çöller yerine

bakın, size söz, o zaman o ormanlarda,
ölüm nedir, unutmak nedir
bilmeyen rüzgârlara
şarkılarımla, sonsuza kadar
adınızı anarak uğuldamayı
öğretmek benden!

her biriniz ayrı bir mevzide,
ayrı bir geçitte, cinlere tuzak,
perilere pusu kurmak yerine,
bir bahçe, bir bağ yeşertin
ki, cinsi adınızla anılacak
elma ağaçları, kiraz ağaçları,
badem ağaçları yükselsin,
mezarlık servileri ve
şehitlik anıtları yerine
bakın, size söz, o zaman o bahçelerde
ölüm nedir, unutmak nedir
bilmeyen dereciklere
şarkılarımla sonsuza kadar
adınızı anarak çağıldamayı
öğretmek benden!

zihinlerinizdeki kışlaları, örneğin,
yatılı mekteplere çevirin,
resim atölyelerine, müzik atölyelerine,
şiir atölyelerine
kıtaları gezici tiyatro truplarına,
talimgâhları şenlik alanlarına
ki, adınızla anılan coşku çağları olsun,
çiçeklenme çağları olsun insanlık için,
sirenli, düdüklü korku dönemleri,
yıkım dönemleri yerine,
dar baharlar, upuzun kışlar,
karanlık zaman tünelleri yerine

insanların gülmeyi öğrendiği,
birbirine güvenmenin, kucaklaşmanın
vatan kurtarmaktan daha erdemli
ve daha kahramanca
olduğunun herkesçe bilindiği,
kucağı gök kadar derin,
tebessümü yeryüzü kadar geniş
ve bir erken bahar sabahı gibi
ölülere mezardan kalkma hevesi veren
altın dönemler olsun.
bakın, size söz, üç bin yıl sonra,
belki beş bin yıl sonra
adınızı, merihte ya da satürnde
bir sarı zeybek gösterisi için,
bir figaro yahut keremle aslı
operası için turneye çıkan,
mehmetçiğe, hansa ya da coniye,
şarkılarımla, sonsuza kadar,
en uzak yıldızların kulaklarına
fısıldamasını öğretmek benden!

kısacası, mayınlarınızı temizleyin,
aklınızın önündeki mayınları,
kalbinizin önündeki mayınları,
kafalarınızla kalpleriniz arasına
döşenmiş mayınları,
vehimleri, önyargıları, takıntıları
temizleyin,
temizleyin ve girin korkmadan,
heyamolalarla, çığrışmalarla
ikinci gençliğinize,
ikinci delikanlılığınıza,
ikinci çocukluğunuza...

ve bütün bu mucizevi şeylerden sonra,
yüzlerinizde ve ruhlarınızda hâlâ
askeri bölge girilmez uyarısı
asılı mıntıkalar gözüküyorsa,
herkes için bahar göçüp gitmeden
sonsuza kadar,
oraları kuşlara açın,
çocuklara açın,
meleklere ve insanlara açın!

ve bakın, görün o zaman,
onlara şarkılarımla,
adınızı anarak çığrışmasını
belletmek benden!

size söz, diyorum, söz!
ve bu, ebediyete yol şarkıları yakan
yoksul bir şairin sözü.

...

5 Mart 2009 Perşembe

mütrüp fanzin gene geliyor!

mütrüp'ün ikinci sayısı basılmak üzere!önceki fanzin için adres gönderenlere, ikisi birlikte gelecek, tez haber edile;ötekisini alıp tekrar isteyenler, gene gizelmutrib@gmail.com istanbul'da altıkırkbeş ve mephisto'ya, izmir'de hayalbaz ve türevi kıbrıs şehitleri üzeri bissürü güzel yere bırakılacak, ankara'da yer arıyorum bakalım, eskişehir'de olan varsa selam etsin zaten.
bin selam.
giz.

türkiye'ye sahiden bir ordu lazım mı? | sevan nişanyan

Diyelim ki gözbebeğimiz ordumuz yarın toptan terhis edildi. Muvazzaf zümre topluma daha yararlı olacakları işler için yeniden eğitildi, yaşlıları da emekliye sevkedildi. Askeri garnizonlar milli park veya üniversite kampüsü oldu. Orduevleri de, hatırasına hürmeten, emekli asker lojmanı yapıldı. Hurda demir-çelik piyasası patladı.

Acaba sonu ne olur? Memleket batar mı? Emperyalizmin kirli emellerine teslim mi olur? Fatih Altaylı’nın başına talihsiz şeyler gelir mi?

Teker teker ihtimallerden gidelim.

1. Rusya istila eder.

Etmez. Rusya daha dün tamamen silahsız ve ordusuz yedi milyon Azeriyle, beş milyon Kırgızla, üç milyon Letonyalıyla başa çıkamadığı için bu ülkeleri terketti. Yetmiş milyon Türkü ne yapsın? Deli değil ya bu adamlar? Dili, devleti, geleneği, benlik bilinci, siyasi partileri, kurumları, şirketleri, gazeteleri, bankaları, üniversiteleri, okuryazar insanları olan koskoca ülkeyi bu çağda arzusu hilafına yönetmek mümkün müdür? Yönetsen kaç sene yönetebilirsin? Amerika Irak’ı yönetebildi mi? (Ki Irak’ın ordusu da var, Amerikalıların emrinde.) Türkiye’nin 800 binlik ordusu 25 seneden beri bir avuç Kürt militanıyla başa çıkabiliyor mu? Sonra Türkiye’de mevcut düzenin sürmesinde çıkarı olan o kadar devlet var, batıda ve doğuda. Onlar izin verir mi?

2. Yunanistan istila eder.

Etmez. Salt İstanbul’un nüfusu Yunanistan’ın toplamı kadar. Alsalar başlarına bela olur. Atina bile on yıla kalmaz Türk belediye başkanı seçer; Akropol semalarında ezan okuturlar.

3. Suriye istila eder.

Etmez. Suriye devletinin toplam bütçesi 7 milyar dolarmış. Türkiye’ninki şimdilik 170 milyar dolar, ordu yükü memleketin sırtından kalksa herhalde iki misli olur. Parasını verip Suriye’yi satın alırlar, olur biter. Suriyeliler de memnun olur tahminimce.

4. Amerika istila eder.

Etmez. Memleket zaten ellerinde, istila edip ne yapsınlar? Hem Amerika’nın elinde 2,5 milyon kişilik Türk devlet teşkilatını yeniden kuracak yedek adam stoku mu varmış? Bugünkünden farklı ne yapmayı düşünüyorlarmış ki istila etmenin zahmetine, masrafına değsin?

5. Toptan istila etmezler, azar azar kemirirler.

Yunanlı İstanbul’u alamaz belki, ama Çeşme ile Alaçatı’ya göz koyarsa ne olacak? O da basit. Ordudan tasarruf edeceğin parayla adamların memleketinde üç banka, iki gazete, bir üniversite satın alırsın, Çeşme’ye bulaşacaklarına bin pişman edersin.

Peki, bir de sembolik sınır güvenlik gücü oluşturursun ki sınırlarına göz diken elini kolunu sallayarak emrivakiler yaratamasın, ulusal ve uluslararası bir rezalet çıkarmadan amacına ulaşamayacağını bilsin, ona göre hareket etsin. Bu iş için de bilemedin beş on bin kişilik bir güç yeter herhalde.

6. Dünya savaşı çıksa rezil oluruz.

Dünya savaşı çıksa katılmamaya çalışırız. İsviçre iki dünya harbine katılmadı, hem cephenin tam ortasında yer aldığı halde katılmadı. Bunu ordusu sayesinde yapmadı: aklıyla yaptı, kimseye tehdit oluşturmadığı için yaptı, silahtan daha kuvvetli bir şeye - para kurumlarına - sahip olduğu için yaptı. İkinci Dünya Savaşı’nda Türk ordusu içler acısı haldeydi. Almanlar girse iki günde İstanbul’a dayanır diye hesapladılar. Savaş dışı kalabildiysek ordu sayesinde değil, İsmet Paşa iki tarafı iyi dengelediği için kalabildik. Türkiye’nin petrolü yok, savaşanlara yarar ahım şahım başka bir şeyi yok, neden şanslarını zorlasınlar? Hem Almanlar krom istedi de (parasıyla) vermedik mi?

Peki, memlekette stratejiden, taktikten, askeri teknolojiden anlayan bir kadronun bulunması faydalıdır diyelim. Üniversitelerde iyi bir-iki fakülte kurulur, bu da temin edilir. Sivil kadrolardan söz ediyorum, şüphesiz. Akla ve hesaba dayanan bir işi sivillerin askerden daha kötü yapması için bir neden var mı? Serbest tartışma ve rekabet ortamında oluşacak yeteneğin çapı, emir komuta kültürünün cılız ürünleriyle kıyas kaldırır mı? Bir yanda bugünün Türkiye’sinde sivil sektörlerde - inşaatta, basında, reklamcılıkta, bankacılıkta - gördüğünüz bilgi ve beceri birikimine bakın, öbür yanda üniformalı zevatın üstlerine vazife olan ve olmayan konularda sergilediği düzeye bakın, karar verin.

7. Kürtler azar.

Azar belki. Ama benim o bölgedeki insanlardan duyduğum, bildiğim, gördüğüm o ki bugüne dek azdıkları kadar “azmalarının” esas nedeni Türk ordusunun yokluğu değil, tam tersine, varlığıdır. Baskı ve tehdit ortadan kalkarsa belki onlar da rahatlar, Türkiye gözlerine daha bir cazip görünmeye başlar. Hem diyelim ki bağımsızlık ilan ettiler. Acaba Türkiye’nin orayı üniversitesiyle, televizyonuyla, gazetesiyle, kalifiye personeliyle, müteahhidiyle, bankasıyla, Arçelik’iyle, Etibon’uyla, turistiyle ele geçirmesi mi daha sağlıklı ve kalıcıdır, silah zoruyla elde tutmaya çalışması mı?

8. Memleketi eşkiya sarar.

Sarmaz. Eşkiyayla mücadele mercii asker değildir, polistir. Polis teşkilatını biraz daha takviye etmek, jandarmayı tam profesyonel bir güce çevirmek gerekir belki. Son yıllarda özellikle polisin ve bir ölçüde jandarmanın asli görevlerinde gayet başarılı oldukları ortada. Ordu gidince niye başarısız olsunlar ki? Bizden çok daha vahşi bir ülke olan Amerika’da orduyu iç güvenliğe milim bulaştırmadan bunca senedir pekala idare etmişler.

9. Laiklik elden gider.

Yok ki gitsin. Nişantaşı’nın, Çankaya’nın, Alsancak’ın beş on sokağına sıkışmış özgürlüğünü ordu mu koruyor, yoksa paran, eğitimin ve uluslararası ilişkilerin mi koruyor, bir düşün.

10. Atatürk elden gider.

Bugünkü konumundan gider, orası kesin. Ama geçmişte kalmış, memlekete zor zamanlarda önderlik etmiş, sevabı kadar hatası da olan bir siyasi lider olarak anılmaya devam eder. De Gaulle’ler, Churchill’ler, Nasır’lar ve Nehru’larla birlikte hatırlanır. Ahalinin yarısının sevdiği ama bazen eleştirdiği, öbür yarısının sevmediği ama saygı duyduğu bir simge olarak siyasi hayatta etkisini sürdürür.

11. Memlekette yeşil alan kalmaz.


Bak bu ciddi. Türkiye’de kentsel alanda doğru dürüst yeşillik sadece askeri garnizonlarda kaldı. Ordu reformuyla beraber mutlaka kapsamlı bir milli park ve bahçeler yasası çıkarılması şart ki onlar da kapanın elinde kalmasın.

Konuyu perspektife koymak için hatırlatalım. Burada bahis konusu olan, son 330 yıldır girdiği her savaşı kaybetmiş bir ordu, Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarıyla yaptığı üç savaş (1897, 1919-1922, 1974) hariç. Rusya’yla yedi kere savaşıp yedi kere yenilmek gibi dünya tarihinde eşi olmayan bir rekora imza atmış. Daha dün kurulmuş Bulgaristan’la Yunanistan ve Sırbistan karşısında iki ayda darmadağın olmuş. Güneydoğu’da üç-beş bin isyancıyla bunca senede başa çıkamamış, onları yeneceğim diye sivil halkı kırmış, işi büsbütün çıkmaza sokmaktan başka sonuç alamamış.

Modernmiş şuymuş buymuş. Türkiye’de üç gün askerlik yapmış biri bu iddiayı ciddiye alamaz. Mıntıka temizliği yaptırmayı Aziz Nesin komedisine dönüştürmeyi başaran, bir cemseyi tamir etmek için yüzlerce tutanak, emir, fırça, izin, ceza, dayak ve yalan üreten bir mekanizma mı modern?

MALİYETİ

1. Fakir bir devletin sırtından her yıl milyarlarca lira para, 2. En verimli çağında insan yaşamından heba edilen birbuçuk yıl, 3. Kontrolsüz gücün bir kanser gibi toplum bünyesine yaydığı hukuki ve ahlaki ve ekonomik yozlaşma, 4. Seksen yıldır aşılamamış bir korku rejimi, 5. Koskoca ülkeyi medeni dünyanın gözünde parya seviyesinde tutan çağdışı bir siyasi söylem.

Gerekliyse, ne yapalım, katlanalım. Düzeltmenin, modernize etmenin yollarını arayalım. Ama ya değilse? Ya bunca maliyet boşa ödeniyorsa? Gerçekten lazım mı diye soranı ben bilmiyorum. Belki lazımdır, olabilir, mümkündür. Ama soran yok ki bilelim.

Buyurun, merak ettim, ben sordum.
Ordu lazımdır diyenlerin daha başka gerekçeleri varsa anlatsınlar, dinleyelim, öğrenelim.


taraf, 3 mart '09

cafcaf mart 2009

Bülent Akyürek, İbrahim Demirci, Ömer Faruk Dönmez, Suavi Kemal Yazgıç, Salih Kılınç, Betül Zarifoğlu gibi ünlü yazarları bünyesinde bulunduran CAFCAF, Mart sayısıyla birlikte Murat Menteş’i de kadrosuna dâhil etti.