29 Mayıs 2009 Cuma

çakal carlos'un avukatı: yaptığım iş sanat.


Çakal Carlos'tan Filistinli direnişçilere, Baader-Meinhof üyelerinden Cezayirli direnişçilere kadar birçok sanığın avukatlığını yapan Jacques Verges, "Galip gelecek olan estetiktir, adalet değil. Zafer, dosyadaki aynı ögelere dayanarak, jürideki kişilerin en çok özdeşleşebileceği öyküyü anlatanın olacak" dedi.

Hukukçular Derneği'nce, Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda düzenlenen konferans öncesinde, kendisini kara kurtlar sürüsünde "ak kurt" olarak nitelendiren Verges'in hayatıyla ilgili belgesel film gösterildi.

Konuşmasına, hayatını sistemlere karşı mücadeleyle geçirdiğini belirterek başlayan Verges, genel olarak "terörist", "militan", "sakıncalı", "anarşist" ya da "toplum düşmanı" gibi yaftalarla anılan müvekkillerini savunurken, yaptığı işe hep inandığını ve onu sanat olarak algıladığını ifade etti.

Avukatların, hukuki bir dosya karşısında, daha çok sinema montajcısına benzediğini ifade eden Verges, "Çekilmiş film parçacıklarına, yani sorgu tutanaklarına dayanarak, savcı ve savunma avukatı iki ayrı öykü anlatacaklardır. Bu öykülerden biri yalan, diğeri doğru değildir. Her ikisi de doğrudur ve doğru değildir. Çünkü ikisi de birer hakikati dile getirirler, tek hakikati değil" şeklinde konuştu.

"Kopuş savunması" ile hakim söylemi ince ince eleştirdiğini savunan Verges, içinde bulunulan çağda adaletin tecelli edeceğine değil, estetiğin galip geleceğini öne sürdü.

Verges, Baader Meinhof mensuplarından Cezayirli direnişçilere, Filistinli özgürlük savaşçılarından Çakal Carlos'a kadar, sistem karşıtlarını savunurken de başarılı olmasını sağlayan etkenin, estetiğin galip geleceğine yürekten inanması olduğunu savundu.

Verges, "Galip gelecek olan estetiktir, adalet değil. Zafer, dosyadaki aynı ögelere dayanarak, jürideki kişilerin en çok özdeşleşebileceği öyküyü anlatanın olacak. İşte benim adalet anlayışım. İtiraf ediyorum ki tuhaf bir anlayış ve beni kara kurtlar sürüsünde ak bir kurda dönüştürmeye yetiyor" şeklinde konuştu.

Türkiye'ye meslektaşlarıyla, avukatların ortak meselelerini konuşmaya geldiğini ifade eden Verges, suçu değil, suçu işlediği isnat edilen kişiyi savunduğunu söyledi.

Konferansın ardından, Hukukçular Derneği Başkanı Kamil Uğur Yaralı, Verges'e plaket verdi.

ÖCALAN DAHİL HERKES SAVUNULABİLİR

NTV'ye konuşan Jacques Verges’e göre Abdullah Öcalan dahil herkes savunulabilir. Verges'in bir diğer önemli kiriteri halk desteği. Buna göre bir davanın arkasında geniş bir halk desteği varsa, terörist olmakla suçlanan biri özgürlük savaşçısı olarak savunulabilir.

ÇAKAL CARLOS'LA YOLLARIMIZI AYIRDIK

"Genel olarak benim fikrim şu: Herkes savunulabilir. Benim bu konudaki en önemli kriterim strateji konusunda avukatla mahkumun kesinlikle hemfikir olması. Size iki örnek vereceğim. Carlos'la birlikte 4 ay çalıştım ve yollarımızı ayırmak zorunda kaldım. Çünkü strateji konusunda ayrıldık. İkinci örnek Claus Barbie. Nazi tezlerini, üstün ırkı benim de savunmamı isteseydi kesinlikle kabul etmezdim.

Ben bu tip davalarda hukuki olarak artık herkesin kabul ettiği kopuş savunması konseptini öne sürdüm. Eğer hakimin değer yargılarıyla sanığın değer yargıları tamamıyla farklıysa idam kararının çıkma ihtimali yüzde 100'dür. Ben mahkemeyi davayı kullanarak o insanı idamdan kurtarmaya, müebbet hapse mahkum ettirmeye çalıştım.

Mahkemedeki net bir şekilde ortaya koyduğumuz duruşu ve tezi medya aracılığı ile kamuoyuna taşıdım. Kamuoyu hiçbir zaman yanılmaz ve ben genelde kazanırım."

TERÖR TANIMI DEMOGOJİK

Verges, 11 Eylül sonrası ortaya çıkan, "sivillerin zarar gördüğü her eylem terörizmdir" anlayışına şiddetle karşı çıkıyor:

“Öncelikle ABD ve batı ülkelerinin bu tanımlamasını tamamiyle demogojik buluyorum. Çünkü bu ülkeler Hiroşima, Naggazaki gibi felaketlere yol açtı. Irak'ta halka yaptıkları zulmü düşünün. Su arıtma tesisleri bombalandı, ambargo nedeniyle alınamayan ilaçlar yüzünden 500 bin çocuk öldü. Terörizm sivil kayıplar demekse onlar da terörist ülkeler."
timeturk.com
...

27 Mayıs 2009 Çarşamba

tevarih* | ali ayçil

yüzümdeki gölgeyi kabr-i zulmet sanırdı
şu sarkan gök altında beni görseydi fikret
fikret ki ufka bakıp, ''yaklaşıyor, yaklaşıyor, yaklaşıyor'' demişti
redingotu içinde ödlekken meşrutiyet.

benim yaram neresi ey devri cumhuriyet
önce buradan başlasın girdapların tahlili, buradan açılsın şuur
çünkü işte gök sarktı,kıyılar terk edildi, boşlukta kaldı hayat
boşlukta kaldı beni dünyaya alıştıran ilmihalin rahlesi
kızlar sevdim yetmedi, kırlar sevdim hakir gördü tabiat.

patiskadan bir gülüştür harbin meyvesi annem
eğer onun oğluysam inanmam karnavala, bütün renkler muhacir
kızılalma denince aklımı mevsimlere taktığımı kim gördü
söyle ey yaslı hançer, kim duydu senle aramızdaki nişanı attığımı
ahiydim bezirgânın uhdesine soktular, asiydim yağlı kement
ben çaktım ben nalladım ben işledim sancağı, niçin yazmıyor tahrir.

tümen tümen gelincikle savundum yine de düştü tabya
düştü kızlar biliyor keten gömlek içinde yetim kalan memeden
masonmuş şeyhülislam, sarayda opera oynuyormuş
tabyanın düştüğünü ilk orada öğrenmiş üzülmüş haşmetmeap
oysa ben balkanları ölü asker, küflü fişek, dul zabit
ve çürümüş cesetlerle çıkardım zimmetimden, çıkardım bitti iskan
kırık hilal üstüne kar yağarken ordaydım...

*''gök sarkınca prozak, yer çekince penisilin'' şiirinin birinci bölümüdür.


[ fotoğraf; sis, handegül koçak ]

...

kedi merdiveni | idris özyol

babam benden sonra doğmuş olmalı
bu sizden sakladığım bir kara parçası
suya bakıyorum kırk yıl suyun alfabesine
balık yumurtasında içimden çıkarttıklarım

çektik fünyesini ağacın patladı nar
bir kedi dokuz anadan doğar

kendi gövdemi mi kayaya aşladım
dallarım başka ağacın yapraklarında
beyaz saçlarımın altında siyah geçmiş
tenimi ürkütüyor daha fazla yaşamak

kedilerde yer değiştiriyor geceyle siyah
gizleniyor bir koku çiçeğin dişlerinden

bir adam iki dinazor kemiği üç bilet
dağların karnında dünyanın bebeği
damarlarını bana ekiyor mermer
geçiyor gövdeme yüzeylerin kanı

elmada elektrik kedide merdiven
dostlarım kamçı izi sırtımda

...

gül nazarı | betül dünder


ağlar kendine doğru koşan atlar
bir gülü öpmüş gibi yanağından
dudağında kırmızı yokuş
yaşlı zamana uzayan…
annemin ardına saklanan sabahlar
o ki yeryüzüne bırakılmış bumerang
bacaklarıyla kara bir atı bekler
-
kime söylediysem bunu
bir bulut gibi indirdi sırtındaki göğü
-

sevilmeye yatan bir ormanın aralığından
göğe eriyen ırmak
taşmak için
kadından doğma bir atı bekler
-
kime söylediysem bunu
bir karabasan gibi gördü düşünü
-
unutmuş olamaz!

kederli ve taşralı ruhların taşıdığı
kırılan o gölgeler bile yeter
kalbiyle suya gelin gidenleri ürkütmek için
tezgâhta ne var?..biraz söz biraz daha
-
kime söylediysem bunu
bir kedi gibi yaladı ayaklarının sesini
-
unutmuş olamam!
derindir
bir gülün bir güle seslenişi

[ayna yorgunluğu'ndan]
...

24 Mayıs 2009 Pazar

hesret çekdim | lejla jusic



hesret çekdim [uygur türkçesi]

Aydin ayriyalmaymen ay yüzüngni körgende
Eymenip qaralmaymen qoshumang türülgende

Oooo hesret chektim, oooo o yarni saghindim
Oooo hesret chektim, oooo o o yarni saghindim

Qoshumang türülgende renjigenmiding mendin
Ishenchim sanga kamil, ümüd üzmedim sendin

Oooo hesret chektim, oooo o yarni seghindim
Oooo hesret chektim, oooo o o yarni seghindim

Men seni panah tartip aywaningda yataymu
Alte künlük alemde sening derdingni tartaymu

hasret çektim [hâl-i hazırda anadolu türkçesi]

Aydan ayıramıyorum ay yüzünü görünce
Utanıp bakamıyorum kaşlarını çatınca

Oooo hasret çektim, ooo yari özledim
Oooo hasret çektim, oooo o o yari özledim

Kaşlarını çattığında benden incinmiş miydin
Güvenim sana tam, ümit kesmedim senden

Oooo hasret çektim, ooo yari özledim
Oooo hasret çektim, oooo o o yari özledim

Ben senin penahına sığınıp eyvanında yatar mıyım
Altı günlük dünyada senin derdine dayanır mıyım
...
*leyla yusiç, boşnak sanatçı. sarayevo demeden evvel adı zikredilesi. derd.

...

avantgardé | üç



çizgi
sancar dalman

elvedasız kuşların râvisi
fatma çolak

seküler, kabuktur; bana öz gerek, öz; yani 'sen'
yusuf kaplan

aydın ne kadar aydın ?
safa polat

sisteme giriş denemesi 1 iki
adnan dizer

yeni koşullar yeni anlatımlar
yasin şafak

cinema paradiso
sümeyra böcekçioğlu

bir adama ölmeden ölümü anlatmanın ülkesi
ömer aybars

siyonizm’in siyasal dili ve kavramsal imkânları [ özel dosya ]
servet kızılay

denize mersiye - ibrahim el rubeyşi
[guantanomo şiirleri'nden]
çev. avantgardé

mutantlaştırılmış korkular
ulaş baltacı

ahirzaman şiiri mi ?
raif kadıoğlu

bana müslüman bi kız bulsana baba
gayr-i mümeyyiz

korna kopsa gereksizdir penguen
tolga tup

tay köprüsü faciası - william topaz mcgonagall
çev. ömer faruk peksöz

yaş değiştirme törenine yetişen öyle bir şiir
[iktibas]
edip cansever
...

19 Mayıs 2009 Salı

endülüs'ü yeniden düşünmek | akif emre


GIRNATA- Endülüs medeniyeti üzerine yazılıp çizilenler genelde medeniyet bilincinden yoksun geçmiş özleminden ibaret kalır. Bir medeniyete dökülen bunca ağıta rağmen "medeniyet idraki"nden yoksun olması müslümanlar için ironik bir durumdur.

Endülüs yeterince kavranmadığı içindir ki onun düşüşten sonraki serancamı yeterince bilinmez. 1492 bir düşüşün miladı olmaktan öte bir unutuşun tarihidir aynı zamanda. 1492 yılını hatırlamamız biraz da buradan sürülen Yahudiler sayesindedir. Yahudilerin Osmanlı topraklarına gelişlerininn 500. yılı nedeniyle Endülüs hatırlanır gibi olsa da bir medeniyeti omuzlayan Müslümanların akıbetine dair hiç bir soru işareti yoktur kafamızda.

Oysa Endülüs düştükten sonra orada çok büyük sayıda Müslüman nüfus kaldı. Bunların toplu olarak son kez sürülüşlerinin 400. yıldönümü bu yıl. 1609 yılında 800 yıl hükmettikleri, önemli kısmı İslamı seçen oranın yerlisi olan Endülüs bakiyesi Müslümanların İspanyadan sürülmelerine kadar geçen süre içinde yaşadıkları acılardan, bir tür soykırıma dönüşen baskılardan habersiziz. Oysa 1492 ile 1609 yılları arasında zorla hristiyanlaştırma ve engizisyon mahkemelerinde işkence ve ölümler karşısında sürdürülen bir direniş vardır. Bu süre zarfında yer yer segilenen direnişlerin yanısıra iki büyük isyan hareketi Endülüs tarihinin önemli bir parçasıdır.

Gırnata düştükten sonra zorla hristiyanlaştırılmak istenen ve her türlü İslami ibadetin yasaklandığı dönemde engizisyonda yargılanmak için gösterilen gerekçeler arasında yıkanmanın ve boğazlanmamış hayvan eti yememenin yeterli olduğunu hatırlatmak bile yaşanan acıların boyutuna dair fikir verebilir; 1609'da topluca sürülenlerin 1 milyon kadar insan olduğu düşünülürse yaşanan dramın çapı hakkında fikir edinilebilir.

Gırnata'da dün başlayan, üç gün sürecek bir toplantıda "moriskolar"ın (hristiyan yönetimi altında kalan Müslümanlara İspanyolların verdiği isim) sürülmeleri ve hristiyan yönetim altındaki konumları tartışılıyor. Bu arada İspanya'nın yaptıkları haksızlıktan dolayı yahudilerden özür dilediğini ama asıl zulmü yaşayan Müslümanlardan henüz özür dilemediğini hatırlatmakta yarar var.

Bu arada büyük sürgüne rağmen kendisini gizleyerek varlığını koruyan Müslümanların olduğu da bir gerçek.

Serin Gırnata akşamında bir masa etrafında İspanyol asıllı Müslümanlarla konuşurken adeta tarihin akışının değişmekte olduğu hissine kapıldım. Gecenin karanlığında başımızın üstünde gökte asılı yanan bir meşale zinciri gibi duran El Hamra sarayına bakarken, dinlediğim hidayet öyküleri aslında bir medeniyet bilincinin yeniden dirilişinin işaretleri gibiydi. Kendisi bir zamanlar ünlü bir müzisyen olan Endülüslü Müslüman "Fas'a ilk gittiğimde duyduğum müzikle çocukluğumda köyümde duyduğum müziğin aynı olması yaşadığım ilk şok oldu" diyor. Daha sonra sufi Müslümanların okuduğu ilahilerin ritmine kapılarak Müslüman olduktan sonra, çocukluğunun geçtiği köyü ve oradaki gelenekleri tekrar hatırlamaya çalışınca köyünün aslında Müslümanlığını gizleyerek varlığını sürdürmüş bir müslüman köyü olduğunu keşfediyor. Ninelerinin gizli gizli çocuk ruhuna üfledikleri duaların Müslümanlıktan başka bir şey olmadığını keşfediyor. Ve ilave ediyor, 20. yüzyılın başına kadar pek çok Endülüs köyü Müslüman olduklarının bilincinde olarak gizlice müslüman kalmayı başardılar.

Endülüs'te yaşanan dram iki medeniyetin dünya tasavvurunun, öteki ile olan ilişkilerinin karakteristik özellikleirni ele vermesi bakımından önemli. Bunu kavrayabilmek için Endülüs İslam medeniyeti kadar düşüşten sonra orada yaşananlara bakmak gerekir. Bu anlamda moriskoların yaşadığı baskı ve buna karşı direnişleri, bu direnişin üstü örtük biçimde bu günlere kadar nasıl geldiğine dair paylaşacak çok şey var. –İmkan olursa bu konuyu tekrar ele almanın ufuk açıcı olacağını düşünüyorum.

14 mayıs '09, yeni şafak.

saylan güzellemesi | etyen mahçupyan


Herhalde çok az olay laik kimliğin liberallik ve solculuk içinde böylesine bir Aşil topuğu teşkil ettiğini gösterebilirdi... Ergenekon davası çerçevesinde yapılan gözaltı ve arama operasyonlarının sonuncusunda Türkan Saylan’ın da evinin aranması laik aydın çevresinde bir ‘yakınlaşma’ yaratmış gözüküyor. Doğrusu bu kesim açısından bundan sonra Ertuğrul Özkök’e söylenecek fazla bir şey de kalmıyor. Çünkü görünen o ki Özkök gerçekten de bir tür ‘merkez’ konumunda... Anlaşılan ‘çağdaşlık’ demokratlığa yatkın gibi duran birçok kişi için bile çok daha hakiki bir çekim alanı. Aksi halde ortaya çıkan bu Türkan Saylan güzellemelerini anlamak mümkün değil.

Laik kesimin yazarlarının son olayda Türkan Saylan’ı kayırma konusunda içgüdüsel bir bütünleşme yaşadıklarını gözlemliyoruz. Hemen herkes analizlerini Saylan’ı ayırarak yapma konusunda titiz davranıyor. Saylan’ın bugüne kadar sergilediği ideolojik tutum yok sayılıyor. Sanki karşımızda hayatını hayır işlerine adamış bir filantropist var. Oysa Saylan’ın hayır işi gibi gözüken çalışmaları bile tümüyle ideolojik bir arka plana sahip oldu. Çocuklara burs verme adı altında, ‘çağdaş’ çocuk yaratma projesi vardı ve buradaki ‘çağdaşlık’ da modernizmin pozitivist ve kemalist yorumundan nasibini almıştı. Dolayısıyla Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin asıl misyonu, toplumu ‘laik olmayanların’ olası egemenliğinden korumak ve ‘laik’ hegemonyayı genişletmekti.

Galiba bu amaç kendisine liberal, solcu veya demokrat diyen bazılarının da fıtraten yakın olduğu bir pozisyonu ima ediyor. Çünkü Saylan türü ‘laikliğin’ ne olduğunu irdeleyen fazla insan yok. Oysa karşımızda dışlayıcı, tanımlayıcı ve tek tipleştirici bir laiklik bulunuyor. Çağdaş yaşamı savunduğunu söyleyenler, gerçekte yüzeysel bir modernliği latent faşizmin içine yedirmeye çalışmaktalar. Bugün Türkiye’nin kendisine ‘dindar’ diyen kesimlerinin önemli bir bölümü Saylan ve benzerlerinden daha laik... En azından laikliğin bir karşılaşma, mesafe alma ve adaptasyon içerdiğini biliyorlar. Laikliği başkalarını kendimize benzetmek olarak ele aldığımızda, karşımıza gerçek bir irtica çıkacağını da muhtemelen hissediyorlar.

Şaşırtıcı olan laik kesimin fikrî önderlerinin, hep sözünü edip durdukları bu nüansları bir anda unutabilmeleri. Bunun nedeni Saylan’ın hasta olması ve geçmişte cüzamla mücadele türünden çabaların başını çekmesi olabilir. Ne var ki zihniyet farklılığı iyi ya da kötü insanı ima etmez... Her zihniyette hayırseverler olduğu kadar katiller de çıkabilir. Dolayısıyla hayırsever ya da katil olmak kendiliğinden belirli bir zihniyeti göstermez. Oysa bu son olayda Saylan’ın ‘iyi’ bir insan olmasından hareketle, darbeci olmayacağı söylenmiş oluyor.

Diğer taraftan maddi bilgiler bu yargının ne denli naif olduğunu ortaya koymakta. Saylan son yılları kapsayan darbe sürecinde ‘aktif sivillik’ rolü üstlenmiş, Şener Eruygur’la birlikte miting düzenlemişti. Yaptığının ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar naif olduğu mu söylenmek isteniyor? Bugün Saylan güzellemesi yapanların kaçamayacağı bir gerçek var: Türkan Saylan her yaptığını ideolojik olarak anlamlandıran ve militanca yapan biri. Herhalde akli melekelerinin zayıflığını öne sürecek durumda da değiliz. Kriminal bir eylemin parçası olmayabilir ama bir örgütün başında ve o örgütün içinde de kriminal suça yakınlaştığı anlaşılan insanlar bulunuyor.

Böylesine büyük örgütlerde her türlü insanın bulunduğu türünden bir muhakeme Saylan’ı kurtarmıyor. Çünkü o kendi iradesiyle ve hasta olmasına rağmen bu örgütün başında olmayı tercih ediyor ve yönetim kadrosunu da denetliyor. Bu gerçeklere rağmen Saylan güzellemesi yapmak isteniyorsa, kemalizm ve modernizm güzellemesine de yanaşmaktan başka çıkış yolu yok. Nitekim Saylan da evinin aranmasından iki gün sonra şöyle demekteydi: “Ülkemizi sattırmayız, böldürmeyiz. Her devrimin bir karşı devrimi vardır. Devrimimizi korumak zorundayız.” Bu bir itiraf... Saylan ideolojik açıdan Ergenekon’un parçası olduğunu bundan daha iyi söyleyemezdi. Ama burada hiç olmazsa bir tutarlılık var.

Bilemiyorum Saylan güzellemesi yapanlar bu sözleri nasıl ‘duydular’... Ülkeyi sattırmamak ve böldürmemek üzerinden giden kaba, yüzeysel ve arkaik söylemin yıllardır devletçiliği ve inceden inceye faşizan bir tahakkümü beslediğini bilen aydınlarımız, kendilerini nasıl hissettiler... Amacını karşı devrimi durdurmak olarak tanımlarken, toplumsal çoğulculuğa, demokrasiye, özgürlüğe ve hatta değişime karşı duran bu zihniyete destek vermiş olmanın sıkıntısını yaşadılar mı...

Saylan ‘bu işleri’ kendi devrimini korumak üzere yapıyor. Ancak o devrim ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına’ artık dar geliyor. Çünkü bu halk o devrimin ima ettiğinden daha özgürlükçü ve daha demokrat. Saylan’ın hayır işleri siyasi mücadelesinin ayrılmaz bir parçası ve bu siyasi mücadele de statükonun, askerî vesayetin korunmasından yana. Ama bunca yaşanandan sonra bile laik kesim hâlâ bu ‘performansa’ güzelleme yapabiliyor... Kendi kimliğinle yüzleşmek ne kadar da zormuş...
22 nisan '09, taraf.

8 Mayıs 2009 Cuma

de te fabula narratur! | bandista

Bandista: anlatılan senin hikayendir!*
Bandista bir aralık, bu darlık bu basmakalıp, bu ayık kafayla esrik taklitleri, bu aramızda yaşayan katilleri teşhir etmek gerek dedi evde uyuklarken. Uyanmak gerek dedi önce kendi kendine, evde bir gitar çaldı manuş, klarnet aktı meyanlı, kaydırmalı, akordeon zaten doldurmuştu köşe bucak, vurmalılar hazırdı "marş"a, başladı ev'in hikâyesi, varyetesi söküp söküp yapmanın. Bandista evi şenlik kıyamet bir eylem bandosu şimdi ses vermekte ska, balkan, vertov, reggae, eşitlik, özgürlük, cango, votka, adalet, kökler sularından...

Bandista evinde geceler gündüz gündüzler denktir geceye, bu evde güneş batsa da dinlenir ev hece heceye. Bu evin odaları geniş uzun dar hayal; bu evde mebzul miktar kapılar kilitsiz gıcırdar. Bu evde koridorlar, sokaklar ve meydanlar, sahneler salonlar dansla sesle hınçla çığlıklar... Bu ev bir dağ başında bir gettoda ya da down-town'da, bu ev dev bir karavan bu evi bulur arayan. Bu evin sakinleri kara kızıl mor renkleri, yeşil sarı turunç ve nar, bu ev binbir bedenle var. Bu ev döker alınteri, bu ev rahim yangın yeri; söndürür kandilleri nice esrik sever evi. Bu evde geçmiş hüzünle değil hüsnü kabulle, bu evde gelecek yokla değil beklenir telaşla. Bu ev tenha bu ev dar-maduman kanma yalan, gözyaşları ağıtlar destanlar epik tasalar, bu evde yasalar değil ses verir yoldaş maison'lar!

* ...Sollte jedoch der deutsche Leser pharisäisch die Achseln zucken über die Zustände der englischen Industrie und Ackerbauarbeiter, oder sich optimistisch dabei beruhigen, dass in Deutschland die Sachen noch lange nicht so schlimm stehn, so muss ich ihm zurufen: De te fabula narratur!
...ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde Almanya'da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: De te fabula narratur!
Karl Marx, Das Kapital, Vorwort / Önsöz, 1867

albümü hemen buluyoruz buradan:
zencinot:
kara çocuk raksı ve ille de rumba bir harika!
...