26 Mart 2009 Perşembe

saraybosna blues | m. fatih kutan

saraybosna blues
semezdin mehmedinoviç
çev. ay başman – sina baydur
pupa yayınları
Ne vakit aklıma düşse Saraybosna, bu düşüncemin kenarına şarkılar değer mutlaka. Leyla Jusic’in sesi önce belli belirsiz hafif, vakit ilerledikçe etkileyici bir koku gibi kuşatır Saraybosna hayallerini. Hiç yoluna düşülmemiş, yakın gelecekte de yol görünmeyen şehrim. Hamuru onun toprağından karılmış biri kadar yakın olma isteğimin kaçınılmaz sonucu olsa gerek, onun sakinlerinin ona seslendiği gibi söylüyorum hep adını: Sarajevo. Yıldız Ramazanoğlu’nun Zilha’sını Saraybosna’da farzetmiştim, öyküde bir şehir belirteci olmamasının da verdiği cesaretle. ‘‘Nehre baka baka gözlerimizi dinlendireceğiz ne güzel’’ cümlesini de bu şehrin güzelliğine yorduğumdan, Saraybosna’yı biraz daha derine yerleştirmiştim hemen.

Bu düşlerin, düşüncelerin, hayallerin ve milyonlarca insanın rüyalarının üzerine bir karanlık örten savaş yıllarından geçti Bosna. Savaşın bir Pazar günü başladığından gayet emin Semezdin Mehmedinoviç. Her Pazar futbol oynadıkları arkadaşlarından birinin yokluğunu fark etmiştir ama pek de önemsememiştir açıkçası. Maçtan sonra eve doğru yol alırlarken bir grup ‘kafaya çorap geçirmiş’ adam yollarını keser. O gün maça gelmeyen ‘bizim takımdan’ dediği Sljuka’yı bu grup içinde fark etmesinin doğurduğu sorulara cevap bulamayacaktır, tıpkı o kafası çoraplı adama sorduğu ‘Sljuka, sen misin?’ sorusuna bir cevap alamadığı gibi. Soruların cevapsız haliyle de her şey ortadadır ne de olsa.
Mehmedinoviç, savaştan önce edebiyat ortamlarında bulunan, çocuklar için şiirler yazan, lirik bir üslup kullanan Radovan Karadziç hakkında dikkate değer notlar sunuyor kitabında. 2008’in Temmuz ayından yakalanan ve 1992-1995 yılları arasında Bosna’da işlenen katliamlarla ilgili olarak hakkında aralarında soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarının da bulunduğu 11 ayrı suçlama bulunan Karadziç için ‘‘Miloseviç’in nasyonalist-stalinist projesi için aradığı mükemmel çömez’’ yorumunun ardından Karadziç’teki değişimi şöyle anlatıyor: ‘‘Yüz ifadesi vahşileşmişti, bir zamanlar tanıdığım insanın yerine bir başkası gelmişti. Alçakgönüllü tavırları, bir ölünün bedeninden ayrılan ruh gibi uçup gitmişti.’’ Karadziç’in yalanlarını televizyonda dinleyince kütüphanesindeki Karadziç’in çocuk şiirleri kitabını –Mucizeler Olur Mucizeler Olmaz- yırtmasına oğlu Harun engel olur. ‘‘Oğlum bu kitabın yazarını tanıyordu ve böyle bir adamın ona zarar verebileceğini kabul etmiyordu.’’ Karadziç’in savaş öncesinde bir psikiyatr/şair oluşu, hepimiz için aşılması güç yüksek bir duvar sanırım. Bir de Karadziç’in, ‘acımak yok, haydi gidelim/şehirdeki soysuzu gebertelim.’ mısrasının savaş kampanyasında slogan olarak kullanıldığını düşünürsek.



Savaşın şiddetlenerek devam etmesi insanların zaman ve yaşam algılarını tamamen alt üst etmektedir, sıhhatli bir hâlin dışına çıkılmaktadır gün be gün: ‘‘Saldırılar önümüzdeki aylarda da sürecek olursa, çoğu kişi Wilson Yolu’nda tepsine düşen kestaneleri el bombalarından daha ağırmış gibi hissedecek.’’ Kuşatma altında ve her gün bombalanan bir şehir, caddeler boş, fakat mesela aksatmadan işine giden bir gassal vardır, Hajra. Tüm kurumları felç olmuşken gasilhânesinin ‘mesai’si aksamayan bir şehir profili, acı’yı saf hâliyle anlatabiliyor bize. Bu minval –minval, şiddet demek bu şehirde- üzre savaş devam ederken yazarın da fazlasıyla rahatsız olduğu bir durum vardır: Hâlâ, ‘neden bunlar başımıza geldi’ diye soran ‘entellektüeller’. ‘‘Aptallar, anlamıyorlar ki cevabı: Çünkü! Sadece çünkü. Ve bu nedenle artık herhangi bir soru sormak için çok geç.’’ Bazı Müslüman sanatçıların şehri işgale gelen Çetnikleri getiren konvoylarla Belgrad’a kaçmalarını aşağılık duygusuna bağlıyor ve aynı sebeple birçok Müslüman’ın çocuklarına Ortodoks isimleri verdiklerini belirtiyor Mehmedinoviç. Yazarın bu ifadeleri gerçekten şaşırtıcı, zira savaş döneminde İHH adına Bosna’da bulunan ve muhabirlik yapan Hakan Albayrak ‘Saraybosna Aslanları’ yazısında bunun tam zıddı cümleler kurar: ‘‘Aliya İzzetbegoviç ve arkadaşlarının kurduğu Demokratik Hareket Partisi’nin ilk kongresi, ‘MÜSLÜMANLAR – İsimden Kongreye’ sloganıyla yapılmıştı. İsim… Boşnak’ları 1878’den, yani Osmanlı’nın Bosna-Hersek’i terk etmek zorunda kaldığı günlerden 1990’lara taşıyan; bu halkın Halsburglar, Yugoslavya Krallığı, 2. Dünya Savaşı ve Tito Yugoslavyası dönemlerinde –dimdik olmasa bile- ayakta kalmasını sağlayan, büyük ölçüde Müslümanca isimlerdi. […] ‘Valter Saraybosna’yı Savunuyor’ adlı meşhur partizan filminin Boşnaklar açısından en muteber sahnesi, direnişçi bir kızın Naziler tarafından kurşuna dizildiği sahnedir. Boşnak seyircisi ne partizanların, ne de Nazilerin yanındadır; onu ilgilendiren, partizan kızın öldürüldüğü sırada, onu seven başka bir partizanın geceye karşı haykırdığı isimdir: AZRA!’’
1995 Şubat’ına değin bu kitabı oluşturan notları tutar Mehmedinoviç. İnsanlardan ve milletlerden bir beklentisi kalmamıştır artık, Hajra’nın -ne de olsa bir gün lazım olacak diye- hediye ettiği sabun ve havlu ‘ölü bir adam’ olma düşüncesine alışmasını kolaylaştırır, kitapların şarapnelleri tutma özelliğini de öğrenmişlerdir mesela, sığınakların bütün duvar boşluklarını kitaplarla kapatmışlardır ve ‘şehir, artık askeri harita misali dümdüz’ olmuştur. Tüm bunların yanında kuşatma altındayken sinema festivali düzenlenebilen bir şehirden bahsediyoruz. Kitabın sonunda yazarla yapılan söyleşide Sırplar ve Boşnaklar arasındaki yaşama bakış farkını net olarak gösteren bir örnekten bahsediliyor: ‘‘O sıralar olan biten her şeyin en hakiki temsilcisi No Smoking adlı müzik grubuydu. Grup sonraki senelerde, biri Saraybosna’da diğeri de Belgrad’da olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Savaşın sonunda No Smoking’in Saraybosna kolu aşk şarkıları CD’si çıkarırken, Belgrad kolu savaş şarkıları CD’siyle öne çıkmıştı. Belli ki onlar için savaş henüz bitmemişti.’’ Hem ne diyordu Zilha, ‘‘Herkesin gönlünde uzun bir kış gömülü. Dışarısı bahar. Kuş barışıyla havalanabiliriz tekrar. Uçuşabiliriz. Parçalara ayrılabiliriz. Her dağa bir parçamız konulmuştur. İbrahimî bir seslenişle tek parça olup sesin sahibine doğru uçuveririz.’’
[ hece edebiyat dergisi, mart 2009 sayısı]

Hiç yorum yok: