27 Aralık 2008 Cumartesi

nikbinlik | nâzım hikmet

Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
göre-
-ceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz...
Açtık mıydı hele bir
son vitesi, adedi devir.
Motorun sesi. Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikûlâdedir
160 kilometre giderken öpüşmesi...

Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
yalnız cumaları
yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
Cevap:
açılır kara kaplı kitap:
zindan..

Kayış kapar kolumuzu
kırılan kemik
kan.

Hani şimdi bizim soframıza
haftada bir et gelir.
Ve çocuklarımız işten eve
sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz..
İnanın:
güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göre-
-ceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz.....

25 Aralık 2008 Perşembe

mahalle müsterih mi? | nihal bengisu karaca



Anadolu'da laiklerin ya da dindar bir hayat tarzı sürmeyenlerin ötekileştirildiğini iddia eden araştırmanın yankıları sürüyor.

Araştırmacıların ısrarla, muhafazakârlığın, aslında taassubun ve hoşgörüsüzlüğün AK Parti döneminde arttığı gibi bir sonuca gitmeye çalışması ne yazık ki siyasi bir içerik kazanmasına yol açıyor. Oysa muhafazakârlığın popülerleştikçe hızını kaybettiği, seyreldiği de bir vakıa. Ve tekrara düşme pahasına yeniden: AK Parti nedeniyle muhafazakârlaşmıyoruz, muhafazakâr olduğumuz için AK Parti oy alıyor.

401 kişiyle derinlikli mülakat yoluyla elde edilen bulgular için belli çevrelerin algılarına başvurulmuş. Normal. Ancak verilerin rakamlarla ifade edilmemesi ya da edilememesi masum bir tesadüf gibi görünmüyor. Başı açık bir kadının söylediği, 'Kırmızı ışıkta geçmeye kalkma, vurur kaçarlar ve kaza süsü verirler' ifadesinin içerdiği genelleme 401 kişinin 50'si, hadi olmadı 10'u tarafından tekrarlanıyorsa ciddiye alınır, ama bu veriyi destekleyen başka denekler yoksa, o hanıma bir psikiyatr önermek daha 'bilimsel' bir tavır olacaktır; değil ifadesini taçlandırmak...

Dahası ötekileştirme ithamını da 'daha çok cemevi açılsın, ruhban okulu açılsın, şiddete uğrayan kadın boşanma dahil her türden mukavemet yolunu denesin' diyen bir kanaat önderine, Fethullah Gülen'e yönlendirme gayreti de pek sürrealist bir çaba olmuş. Gerek yok. Yakışıksız.
Ancak, eğri oturalım doğru konuşalım. Anadolu'nun özgürlükler ve hoşgörü açısından güllük gülistanlık olduğu varsayımı da doğru değil. Anadolu İslam'sız muhafazakârlığın görüngüleriyle dolu ve bir Müslüman olarak dinden değil, apaçık şekilde muhafazakârlıktan ileri gelen kimi bagajları taşıma konusunda şahsen hiç istekli değilim.

İslam'sız muhafazakârlık diyorum. Örnek mi? Müslüman Anadolu'muzun dul bir kadına bakış açısını hatırlayabilirsiniz. İslam'ın yayılmakta olduğu dönemlerde dul bir kadın bekâr bir erkek tarafından rahatlıkla nikâhlanabilirdi, ama muhafazakâr Anadolu'muzda dul kadınlara nedense başka işlevler uygun görülür, evlilik değil. Hz. Hatice, Peygamberimiz'den 15 yaş büyüktü, Müslüman Anadolu'muzda kadının erkekten büyük olması ihtimalinde en başta erkeğin annesi ölüme yatar, feveranı arşı âlâyı sarar. Anadolu'muz boşanma gibi bir konuda da sanki Katolik mezhebine mensupmuşuz gibi davranır, bilhassa kıdemli, mevkili, hatırlı adamların/kadınların boşanmasına ileri derecede tepki gösterir.

Ama taassup ve dayatmalar eskisine oranla çok daha azalmış durumda. Bundan yirmi yıl kadar önce Kayseri'de, iki genç kız birlikte çarşıya çıkıp alışveriş yaptığı zaman, hele bir de lokantaya filan gitmişlerse, bunun haberi ertesi gün okula düşmüş olurdu ve bu durum öğretmen tarafından yüz kızartıcı bir suç gibi anılır, ima yoluyla genç kızların mahcup olması sağlanırdı. Bundan yirmi yıl önce Kayseri'de bir genç kız Batılı bir müzik grubunun kasedini sorduğunda kasedi satan amca tarafından azarlanabilirdi, Batı müziği dinliyorsa artist olucam diye evden de kaçar bu, bağlamında. Bundan yirmi yıl önce Kayseri'de bir genç kızın başını evlenmeden önce kapatması çok zor bir ihtimaldi, 'görücü' adaylarının kızı beğenmemesinden korkulurdu çünkü. (Bir İslam'sız muhafazakârlık örneği olarak bundan daha iyi örnek bulunamaz herhalde.) Bundan yirmi yıl önce en varlıklı ailelerin evinde dahi kadınlar kışın kış evinde, yazın bağ evinde hizmetçiden beter koşullarda deliler gibi yemek pişirir, erkeklerin muhabbete, siyasete ya da ticarete tahvil edecekleri sırt sıvazlama-vatan kurtarma-mangalda kül bırakmama eksenli kalabalık davetler için dolma sarar, mantı doldurur, arabaşı pişirir, güveç yaparlardı; bulaşık makinesi de yoktu henüz, devasa bulaşık yığınlarının altındaki hallerini Victor Hugo görseydi Sefiller'e parantez açma gereği duyardı.

Bunlar elbette değişti. Şimdi Kayseri kadınları parklarda spor yapıyor. İyi, hoş. Ama kusura bakmayın, yirmi yıl öncesinin tortusu bile yeter. Kimse Anadolu'da taassup yok, her şey sütliman dememeli. Kaldı ki söz konusu taassubun zerresi dahi bizim nazenin akademisyenleri/araştırmacıları ürkütmeye şaşırtmaya yeter, ille de art niyet aramayalım.
[zaman, 25 aralık '08]

23 Aralık 2008 Salı

fotoğrafımdaki mühür | sıtkı caney

bir ihtilal yalanıyla alıp götürüyorlar sabahı
ihanetin en karanlık yanıyla götürüyorlar
ne gözyaşları içinde bir general
ne tebdil-i kıyafet gezen bir kral var

ırmaklarımızı rüyalarımızdan çekip çıkaran çapulcular
dönüp çingene bir mevsimi çağırıyorlar durmadan
tenimde gün doğarken ayarttığım dudaklar
ayarttığım bulutlar örtüyor beni
örtüyor ödünç aşklarıyla bir adam
yenik bir özürle örtüyor günü
ve karanlık
çirkin yaralarla aralıyor göğsünü

şimdi
gece çeteler kurar öpsem yarimi
öpsem yıldızlar fışkırmaz kuyulardan
öpsem zehirli bir haziran

adressiz kaldığımız içtiğimiz nektardan bellidir artık
bellidir yağmurun farklı yağdığı çapaklarımızdaki kandan
bu yalnayak hayatla iyi bir resimiz onlara
harika bir resim avuçlarımızda ovuşturduğumuz umut
ovalarımız yarıçıplak duruşumuz harika
kilimlerimiz karlı bir ölüm kadar antika
ama korkuyorlar ruhlarımızdan
biraz gözkırpacak olsa bize yapma çiçeklerden bir bahar
bir iktidar
sessizce deviriyorlar
bir kader gibi deviriyorlar kadehlerini
gözyaşlarımızın yamacından

her çılgının her çalgının içinde bir korku
her sözün sonunda bir karakol var
ekmeği fırlatarak veriyorlar bize
ve çiğniyoruz birbirimizi dağları deviren ayaklarımızla
direnen son yanımızla çiğniyoruz ekmeği
ölümlerimiz fırlıyor haberlerden karanlık şenliklerden
çürüyen yerlerimize basa basa dansediyor bir rüzgar
bir rüzgar yağmura baka baka çürüyor
sonra ilikliyor sarsak bir inatla çürüyen elbisemizi
paralarla karışıyor gülüşlerle
kirli bir mavi karışıyor iliklerimize
götürüyorlar iliklerimize kadar
hızla götürüyorlar bizi
kendimizi unutabileceğimiz bir denize

biz
yani o sessiz ırmak
biliriz masa altından gülen bürokratların
her sevişme vakti gümbürdeyen iktidar korkusunu
çamurdan şiirler dökülüyor sabahtan bir kaç damla kan
her yağmurun eşiğinde ayrı bir koku
her annenin yüreğinde ayrı bir idam
sarsıyor bebeklerin çalınmış uykusunu
giderek çıldırarak
unutuyoruz sonra
dalgın bir deniz oluyoruz bir rüya

kimse dönüp bakamıyor ruhuna bakamıyor aynaya
alıp götürüyorlar yıllarca altında kaldığımız gökyüzünü
ne herşeyi unutturacak bir dua
ne apaçık bir iman rüyalarımızı aydınlatan
efsanesi kirlenmiş umutsuzlarız
heybelerimizde çocuklarımız için sakladığımız ne varsa onlar bitiriyorlar
şehirlere düşürüyorlar bizi
onursuz bir iççekişe
mahpuslarda ihanete düşürüyorlar

alıp götürüyorlar bizi kararıyor sabır aşk kararıyor
anne rahmindeki uykumuzu özlüyoruz her ölüm orucunda
her ölüm orucunda yeni bir bahar aranıyor
gelip gelip deliriyor sözcükler
tam dilimin ucunda

dilimin ucunda yeni bir hayat
dışarda olağanüstü güvenlik önlemleri var
ve çocuklar yıkık köprüler gibi diziliyor dünden yarına
sabahı elleyen kim
kim bu görünmeyen canavar
yanan bir deniz oluyoruz yollarda ölüyoruz ardarda
titriyor artık hayata attığımız en ufak çimdik
tıkladığım kapılar buzdan kalabalıklar
titriyor
fotoğrafımdaki mühür kadar

aklımız yanıyor
bindokuzyüzdoksanyedi sonbaharında
fidel castro ölmüş che guevara yaşıyor
yaşıyor dağımıza bırakılan yıldızlar
yaşıyor bizden dağılan ne varsa sokaklara
yaşıyor ölümlerle dansedip ölümsüzleşen kızlar

yine de serinlemez kanımız bize yetmez bu rüzgar
gökyüzünü cebine koyup giden hüseyin
bir daha dönmez

artık bir sonbahar oluruz uçsuz bucaksız
kendimizi buluruz gittiğimiz yerlerde
ve sonsuzluk bir kez daha şifreler öykümüzü
belki yeni bir şafak çıkarır bizden mevsimler
kutsanmış suçlar buluruz kocaman bir aşk
belki de kanla yıkarız
yeniden yüzümüzü

artık çölde cesetsiz bir çarmıh kadar anlamsız
ve çirkin papatyalar gibiyiz her bahçede
artık bize yalnızca gözyaşları çul
yaralar kardeş yokluklar abi
artık hapisten yeni çıkmış şiirleriz türkçede
yeni bir cinnetle çıkıyoruz mağaralardan
çıkıyoruz içimizde kırıklar
yağmurla şımaran günlerden kalma kırıklar
yorgunuz kapanan her kelepçede

ne hayatı alkışlayan çetelerden bir haber
ne de gülümseyen bir şarkı artık kürtçede
artık zenciyiz yağmurdan gömleğimiz
boğuluyor kendine aka aka bir deniz
yağmuru öpe öpe kirpiklerimiz
ölüyoruz halepçede

ölüyoruz bembeyaz olmuyor dünya
metin öldüğünde yağan kar gibi
ölüyoruz ses gelmiyor diyarbekir'den
şeyhmus'u sorar gibi

ölüyoruz çıldırsın şimdi sonbahar
alıp gelsin bütün mavisini darağacından
alıp gelsin yürekli deniz
çiçek açsın gözyaşları yarına
işte şimdi öpücüğü kondurma vakti
alıp alıp hayattan
ölümün en vahşi dudağına

oysa neden sözcüklerden kan sızar
neden hiç bir yürek boğdurulamaz
neden hiç bir aşkı anlamaz hiç bir iktidar
işte dürtüyor geceyi çırılçıplak bir ayaz
bankalarda sessizlik ekiplerde telaş var
iflah olmaz bir yarayla tarıyor saçlarını veznedar
kadınlar geçiyor ötelerden güzel kokular
geçiyor geceden namaz

kendimize doğru kıvrılan yolların yeniden başındayız
tanrı herşeye karışıyor mu gerçekten
karışıyor birbirine binlerce yıldız
karışıyor ortalık aniden bir sağnak olsa
ne zaman boğulsa paralarla biri
karışıyor hesaplarımız

ruhlarımız bulutlanır da birgün
gözyaşı döker çakallarımız bile
çantamızdan yeni bir hayat çıkarır serperiz sokaklara
ve sabah çıkarır aşkların koynundan çıngarını
parlar yüzümüzde Allah yağmur oluruz biraz
günlerle halay çeker başkaldırır çırılçıplak bir ayaz
büyür artık büyüyebildiği kadar cehennem
biz anlatılmaz bir cennet ile yanarız
yalansız
ve
üniformasız

21 Aralık 2008 Pazar

harranlı müneccim | cahit koytak

sonunda yağmur yağacak,
hem öyle bir yağmur ki
yapılmayan işlerin,
ödenmeyen borçların,
tutulmayan sözlerin
mazereti olacak .
ve kefareti, uğruna bir tazenin
kalkıp yollara düşmeyi
ve kaderle güreşmeyi bu yaşta
göze alamamanın...
öyle bir yağmur ki, aylarca
belki yıllarca yağacak;
senatoyu su basacak,
sarayı, kiliseyi...
ve patriğin külahını
snodun çamurlu tortuları üstünde
yüzdürecek kadar
yükselecek sular;
yağlı takkelerini yüzdürecek kadar
çerçöple birlikte,
kavgayı kızıştıran ruhanilerin;
ve takma başı üstündeki
takma perçemini
biçare imparatorun.
elmas sertliğinde yağacak,
sabır inceliğinde...
ve yasaları eritecek yağmur,
töreleri - o yıkılmaz sanılan
kaleleri, kurumları falan...
yer gibi sağlam, gök gibi her yerde
diyerek şanını yücelttikleri
ama kanını emdikleri,
kökünü kemirdikleri
köhne devleti...
öyle bir yağmur ki...
allakbullak edecek piyasaları,
dinleri, sanatları, ülküleri;
maskaraların suratlarına sürdükleri
boyalı pudra gibi eritip akıtacak,
pudra şekeri gibi...
dilleri, üslupları, retorikleri.
ve siz ey, süslü seremonilerin,
sadakat gösterilerinin,
ödüllerin, nişanların altında
yamalı ciğerlerini,
tahta cambaz bacaklarını
gizlemeye çalışan
yeteneksiz saray şairleri!
o yağmur yağınca,
o büyük yağmur,
teranelerinize can katmak için
cıvıltılarına kulak kabarttığınız,
tahsisat-ı mestureden ödenekli
ilham perileriniz,
ilham fareleriniz
yuvalarından dışarı vuracak,
halkın yatağının, yastığının altından,
gardıroplarından fahişelerin,
akla gelen her kuburdan,
hatta ayak yollarından muhaliflerin;
hem de leşlerinin kuyrukları
sizin burunlarınıza
dolanmış olarak!
o yağmur yağınca,
o büyük yağmur, k
emerli, revnaklı hayalhanelerinde
arp çalan, neşide söyleyen,
iskambil falı açan
ve tatlı ürpermeleri içinde
ölümlü ihsasların
aşk oyunlarıyla oyalanan
zarif ruhlarını çürütecek rutubet
ve rakik vicdanlarını
suskun entelektüellerin.
ve yıkayacak o büyük yağmur,
silip temizleyecek
noktasına, virgülüne kadar,
halkın belleğine balçıkla sıvadıkları
bulanık satırlarını,
görece lekelerini şöhretimin;
o göçebe serazen güzeliyle yaşanan
küçük, masum macerayla ilgili...
bunları ben söylüyorum;
en uzak yıldızlara,
ziclere, atlaslara bakarak...
ben, el harizmi'nin gözde tilmizi,
-öyle olduğu için de
bağdat'ta tutunamayan,
roma'da anlaşılmayan,
ve bizans'ta, elli yaşında
tam yıldızı parlayacakken
adı ikon kırıcıya
ve kart hovardaya çıkartılan-
ben, yıldızbilimci, şair,
harranlı leon:
ben, matematikçi, mimar, ressam;
rum ateşinin mucidi;
hendesede hace-i hacegân;
yedi dilde konuşan,
üçünde yazan-bozan;
gizli ilimlerde,
bahusus maraz-ı kalpte
ve inkisar-ı aşk ve muhabbette uzman;
diline hâzık hekim,
eline mahir cerrah;
tarid-i cin ve sihir,
ilahiri ilahiri ilahir…

anlamdan ricat | mehlika toyga


"Anamın ne dediğini duymadım, zaten bir şey demez o, ağlar..."

Daha dün gibi aklınızdadır kimi zaman yaşadıklarınız ve dahi okuduklarınız. İyi bir yazı, sizi olayın kahramanlarından biri yapar, yaşadıklarınız bir anı olarak kalır belleğinizde. Geçmişinizde elinizden alınan parçaların başka hayatlarda yerine oturduğunu görürsünüz çoğu kez. Puzzle'ı andıran yaşamınız, darmadağın olmuş, her bir parçası bir dağın eteğinde kalmıştır. Kimisi rüzgârların nasibi olmuş, kimisi hala fark edilip, kurtarılmayı bekliyordur. İsmini hastalık koyduğunuz evreler, aslında bu parçaları arayışla geçen, harlı zaman aralıklarıdır. Bulunan her parça ile bütünlük artarken, asıl büyük parçanın yeri büyümektedir. Bu çırpınış rüyanın uykuyu terk etmesi ile bir gün mutlak açığa çıkacaktır. Yalnız burada rüyadan arta kalan boşluğa düşmemek önemlidir, yoksa bütün puzzle dağılabilir...
Arayışın hâkim olduğu ruhsal gerginlikler, uzletin çekim gücüne fazla meyyaldir. Uzleti hor görenlerimiz olsa da, o hal'e bürününce ancak içteki sese ulaşabilir insan, aksi halde dünyanın onulmaz gürültüsünde kaybolacaktır sadası...

Hastalar ve ışıklar, Rasim Özdenören'in çarpıcı öyküleri tarafından işgal edilen kitaplarından biri. İsminden çok fazla kopuk olmayan kitap, bu minval üzere ilerliyor. Yazar kitabında, ışık illüzyonistini andırıyor. Işığın kavramsal boyutundan şuh tasvirlerine doğru uzanırken, ışığı konuşturuyor ustaca. Özdenören'in öykü anlayışına indirgeyerek yaptığımız açıklamalar, aynı zamanda yazarın mizacına da ışık tutuyor. Biz yazıların, yazarlarının sûret-i ahval'i olduğunu biliyoruz çünkü. Kalemlerine değil, kalemi nasıl tuttuklarına bakarız. Ve bir öykü yazarı, kalemini fazlaca kendinden yana tutmalıdır...

Hastalık ve karanlığın aynı hizada durduğu öyküler, şifanın rahlesinde, ışığın rehberliğinde okunur burada. Harf bir nevi can'a gelmiş yankılar toplamıdır. Menşei tek bir sestir, etrafa yayılan akisleri ona bütünlük katmaktadır. Her öykünün satır başına bir ışık gösterisi oturtan Özdenören, kişilik bozukluklarını da ilginç bir şekilde konu ediyor bazı satırlarına. Öykünün içinden öyküler çıkarıyorsunuz adeta. Kitabın son öyküsü Kundak'a konu alınan gencin, aylarca kafasında dolandırdığı şehri yakma fikri, aslında bastırılmış bir yönünü ateşe vermekti. Onu yalın alevlerin arasından gür bir sada ile göğe taşıyabilmekti umudu ve başardı da bunu. Kendini işe yaramaz hisseden gencin gövdesinde bir kazınmışlık olarak duruyordu bu his. (Çoğu zaman es geçtiğimiz böylesi kişilik bozukluklarının kökünde, kopuk aile görüntüleri yatıyor.) Kendini, varlığını bir türlü hissedemeyen genç, garip bir hastalığın ağında çırpınıp dururken, etrafındaki her şey onu boheme doğru itiyordu... Söz'ü anlamıyor, sesini duyamıyor, gördüklerine inanmak istemiyor... Çok geçmeden karlı bir akşamda, tam bir zıtlığın gergefinde, çözülüyor dil. "Gel!" diye haykıran sesin karşı konulmazlığı gözünü karartıyor gencin. Yangın var! Nidaları acaba neyi gösteriyordu?...

Gerçekçiliği romanın birincil kıstaslarından kabul etmemize rağmen,“gerçekçilik“ öykü için de büyük ölçüde önem arz etmektedir. Dünyasını fazla ütopikleştiren bir yazar, okuyucuyu kitaba uzaktan baktırabilir. Öykü romanın neslini devam ettiren yazım türlerinden, fakat biraz daha fazla tiyatraldır. Öykü yazarını burada kukla oynatıcısına da benzetebiliriz. Kelimeleri, harfleri, tüm bakışların düştüğü sahnede, ustaca oynatmak onun parmakları ucundaki maharete bakmaktadır. Böyle bir ayrışımdan çok samimiyetle nitelendirirsek yazılanı, hakiki bir dostun hayat tecrübeleri diyebiliriz rahatlıkla bu kitaba...

Bir ışık yoğunluğundan bahsettik. Hastalıktan şifaya akan, bazen kuruyan, huzmeler nehrinde yüzüyor sözcükler. Ayağa takılan taşlar, hüzün dediğimiz hayatın acı suyunu karşılıyor öykülerde. Kelimeleri ışık nehrinde yüzdürmek her yiğidin harcı olmayan maharetlerden. Kalem sahibi nice insan, harfleri bir çırpıda boğabilir bu nehirde. Işığın gölgeler ile raksettiği, doğup öldüğü, çeşitli siluetlere büründüğü bir öykü düşünün. "Karanlık ve şifa" arası kurulan bir köprü...
Birkaç öykünün içine uzandığımızda, kapıldığımız sesler merakımızı galeyana getirip, dikkatimizi bir göz kırışmasında toplayabiliyor. Gölgenin değerini, güneşe göğüs gerebildiğinizde anlarsınız ancak. Islanmadan yüzme öğrenmeyi istemek kadar, acayiptir hayat. Hayatın yankılarını tek bir seste toplamaya çalışan Özdenören, harfe yüzme öğretmekle başlıyor işe.
Peki, nedir harfe yüzme öğretmek?

Umutları darmadağın, beyhude bir gencin saniye saniye içine dokunabilmek, okuyabilmek mi onu,
Güneş girmemiş evlerdeki gölge oyunlarını resmedebilmek mi?
"Rüyadan arta kalan bir boşluğu yoklamak mı parmaklarıyla",
Işığın çarkından dökülen şeritlerin, “...annelere haber taşıyan, aslında gammaz kuşlar gibi, her sabah, değişen gökyüzünün, eskimiş mağaraların, o mağaralarda yaşayan gulyabanilerin bitmez tükenmez haberler getirmesi mi?”,
Anlam'dan ricat mı?
Kan yağmurlarından bitme kan otları toplamak mı?
"Mani olunmuş adam'ların, kendini; durgun, içinde belirtilmeye değer herhangi bir olayın geçtiğini hatırlayamadığı, sönük ve gitgide sönükleşeceğe benzer yaşamasının bir yerinde -karanlıklarla dolu, güçsüz, sessiz, kıpırdamayan, ha var, ha yok bir yerinde- yaşamasına yeni bir nokta arama gereğini duyduğunda, o anlamsız, kan ter içindeki kalabalığın ortasında bulması mı?"
Uğultulu akşamlarda düş profilleri çizen, soğuk-ölü adamların, "akşam şeritleri tepenin diplerinden, yerden bitme korkunç sütunlar halinde karanlığın devrilmez, aman vermez destekleri gibi geceye uzanırken," yağmurun kıvrılan sesine dokunmaları mı?
"Ağzınızın bitmeyen bir ırmak olduğunu bilen var mı / bardaklar / kırmızı gömlekleriniz beyaz çoraplarınız kaburgalarınız hep sandalyelerin üstüne bıraktığınız geceler bir daha tutulamayan bir daha yenemeyeceğiniz geceleriniz / işte yaklaşıyorsunuz dudağınızda bir işaret lütfen diyen ağızlarınız / işte bardaklar konuşmalar öfke kahır işte masa örtüleri saatler ip darağacı kırlar alışverişler yıkılan krallıklar miş di seydi cek i cekidiyse çekmiş / odamı bir mumla aydınlattım kaçıyorum çünkü eşyayı yok bilmek azgın kollarından kurtulmak bir odacığa sığınmak batan son güneş ışığını orada seyretmek / yiğit bir duruşla oradan hep oradan oradan / erimiş maden akan oluklarından dokunulmaz kalmak / istiyorum" diyen bir haykırış mı?...
"Gökyüzü patlayacak kadar dolunca mıymıntı bir karanlıkla, -ölü baba ne demek anne?" diye soran çocuğun, karanlığı şimşek gibi sıyırıp geçen, boşluğun üstünden ve mumdan ışıkları şöyle bir kırpıştırarak uzaklaşan sesi mi?
Akşamın bakır renkli gölgesi küçük alanın çeperlerine yayılmışken, son çocuklar da dudaklarından son çığlıklarıyla evlerine göçerken, alana abanmış gölgeli bir akşamın içime akan özlemi mi?...

Ve bir gün hiç kimse yoktur, hiçbir şey devam etmemektedir...


*hastalar ve ışıklar, rasim özdenören, iz yayıncılık.

20 Aralık 2008 Cumartesi

küçük bosna'nın rüyaları | aida begiç'le söyleşi


Haritada kapladığı alan, Marmara Bölgesi’nden bile az... Nüfusu, Ankara’nınkinden hallice... Avrupa’nın ortasında, geçirdiği iyi-kötü sayısız tecrübeden sonra, cılız bir filiz ama güçlü bir kökle yeniden başını uzatıyor Bosna. Güneş gördüğü, su aldığı ölçüde meyve vereceğini daha önceden göstermiş olmanın verdiği rahatlıkla... II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük soykırıma sahne olan bu topraklar, şimdi yeniden hayata dönmenin örneklerini sergiliyor. Bunlardan biri de genç yönetmen Aida Begiç ve yönettiği ilk uzun metrajlı film; “Kar” (Snijeg). Film, Dayton Barış Anlaşması’ndan iki yıl sonrasına, 1997’ye götürüyor seyirciyi. Kocalarını ve yakınlarını savaşta kaybetmiş, küçük bir köyde yaşayan bir avuç kadın... Kimi umutlu, kimi sinirli, kimi hasta... Ama hepsinin elbirliğiyle yaptığı bir şey var; yol kenarında satmak üzere hazırladıkları reçeller. İçlerinden biri, genç Alma, kendiliğinden rehberleri olmuş kadınların. Eşini kaybeden ve pek de merhametli sayılamayacak kayınvalidesiyle yaşarken her işin altından kalkan Alma ile diğer kadınlar arasındaki ayrılık, köyü satın almak isteyen bir firmanın ortaya çıkışıyla başlıyor. Yaşadıkları ve ait oldukları yeri, daha iyi bir gelecek umuduyla terk edebilirler mi?

“Kar”ın, 61. Cannes Film Festivali’nden aldığı “Grand Prix of the Semaine de la critique programme” ödülü, Aida Begiç’in ilk başarısı değil. Saraybosna Sahne Sanatları Akademisi Yönetmenlik Bölümü’nü 2000’de bitiren Begiç’in mezuniyet filmi de başta Cannes olmak üzere pek çok festivale katılmıştı. Şimdiye dek reklâm filmleri ve müzik klipleri çeken Begiç, bir yandan da mezun olduğu okulda yönetmenlik dersleri veriyor. Öte yandan bir anne o; tam da Kar’ı çekmeye çalışırken doğan küçük kızı Mualla’nın ilk adımını atması, ilk sözlerini söylemesi heyecanını yaşıyor bu aralar. Bütün bunları yaparken başında taşıdığı örtü ise bambaşka bir imkân ve sorumluluk demek. Herkese, ama en çok da derslerine katılan kız öğrencilere, başörtülü hâlde de yönetmenlik yapılabileceğini göstermekten, yurtdışındaki sinema ortamlarında ise örtülü olmanın yalnızca İran yönetiminin dayattığı bir mecburiyet değil gönüllü bir tercih olduğunu anlatabilmekten mutluluk duyuyor. Biz de Aida Begiç’le, 14. Saraybosna Film Festivali sırasında tanışıp sohbet etme imkânı bulduk. Gelecek ay Türkiye’de gösterime girmesi planlanan “Kar”ı, öncesi ve sonrasıyla yönetmeninden dinledik.

Filmi yapmaya ne zaman karar verdiniz? Fikir nasıl ortaya çıktı?

5 sene önce ilk kez gündeme gelmişti. Aslında filmin görsel yönetmeni de olan eşim Faruk’la (Şabanoviç) şunu merak ediyorduk; bu toprakları bizim için diğerlerinden farklı ve vazgeçilmez kılan nedir? Ve sorunun cevabının “insanlar” olduğunu fark ettik. Bizi buraya bağlayan ve burayı vazgeçilmez yapan yine biz, bizim aramızdaki ilişkilerdi. Öte yandan burada ailelerini, kocalarını kaybetmiş kadınlar üzerinden insanlık adına güzel bir şey söyleyebilme isteğimiz vardı. Bu kadınlar nefret etmiyor, intikam isteğiyle yanıp tutuşmuyor. Bence bu, üzerinde konuşulmayı hak eden bir hikâye. Ayrıca politize edilmiş, sistematik harekete dönüşmüş bir durum da değil. Aslında kimse hatırlamak istemiyor, çünkü hatıralarıyla yaşayıp ne yapacaklarını bilemiyorlar. Hatırlamak çok acı verici, ağır, büyük bir problemdir. Karşı taraf için de öyle; birini öldürmüş insanlar için de bu hatıralar ağırdır. Ben bu kadınları ârâfta görüyorum: Sevdikleri, anıları ve ölümle, gelecekleri arasında duruyorlar. İki dünya arasında sıkışıp kalmışlar. Böyle bir hikâyeyi anlatmaya kalkışmak, yönetmen olarak benim için de büyük bir sınavdı. Bir de bu insanların, kaybettikleri kişilerle ilişkisi var. Yani işin bir de metafizik boyutu var ve bunu sorunsuz verebilmek çok önemliydi.

Karakter olarak kadınları, geride kalanları tercih etmenizin sebebi nedir?

Bence savaşın dehşetini savaş zamanında değil bugünlerde daha çok hissedebilirsiniz. Çünkü savaşın hasarı, mağduriyetleri şimdi ortaya çıkıyor. Film 1997’de geçiyor ama o günlerden bugünlere çok şey değişmedi. Hâlâ aynı sorunları, aynı umutsuzlukları, aynı acıların devamını görebilirsiniz. Çünkü bizim kavgamız bir sonuca ulaşmadı. Bir geleceğimiz olmamasının sebebi bu. Savaşın dehşet derecesini anlatabilmek için bombalara, silahlara ihtiyaç yok. Kadınlar, çocuklar, gençler, genel olarak insanlar üzerinde hâlâ süren etkilerini göstermek daha önemli. Filmdeki köyde annesiz babasız üç çocuk var. Bence onların hâlini göstermek, ailelerinin vurulduğu ânı göstermekten çok daha acı verici ve çok daha güçlü bir anlatım. Onların aileleri ve akrabaları olmaksızın hayatlarını nasıl devam ettirdiğini görmek, savaşın ne berbat bir şey olduğunu yeterince anlatır bana kalırsa. Bu insanların tavrıyla, onların mutsuzluğu, uğradıkları mezalimin izleriyle “Kar”, savaş karşıtı bir filmdir. Bugünlerde savaş suçluları yakalanıyor, hapsediliyor ama yaşananların yanında bu hiçbir şey değil. Ne acıları dindiriyor ne kayıpları geri getiriyor. Çok sorunumuz var, bu bir gerçek. Ama hâlâ korumaya devam ettiğimiz benzersiz bir şey var; hayata alan açabilmek, yolumuza devam etmeye çalışmak. Bu da anlattığımız hikâyeyi bu kadar önemli yapan şey.

Bu kadınlar aynı zamanda kaderlerine teslim olmuş, acılarıyla baş başa, aciz tipler değil. Bilakis sürekli bir üretim söz konusu. Reçel üretiliyor, kilim dokunuyor... Üretimin altını çizmek istemişsiniz anladığım kadarıyla. Bu köy ve belki Bosna için üretimi nasıl bir yere oturtuyorsunuz?

Bosna ve köy diye ayırmaya da gerek yok. Çünkü vereceğim cevap ikisi için de geçerli olacak. On yıl öncesinde ülkemizde büyük bir şey üretilmezdi. Bu köydeki kadınlar gibi mesela reçel yapılırdı. Bunlar gerçekten Bosna’ya özel eşsiz lezzetlerdir, bunu da belirtmeliyim, Türkiye’dekilere de benzemez (gülüyor). İnanıyorum ki bu tarz küçük üretimler yapmak ve bunları satmak gerçekten özel imkânlar vaad ediyor. Ama bunu yeterince değerlendirdiğimizden emin değilim. 1997’den bugüne şansımızı kaçırdık. Bundan sonra yakalayabilecek miyiz; onu da bilmiyorum. Filmdeki kadınlar da bunun mücadelesini veriyor. On yıl içinde yaptığımızdan daha fazlası yapılabilirdi gibi geliyor bana. Ve maalesef Bosna rüyasını gerçekleştirebilmek için daha çok çalışmamız gerekiyor.

Yaşlı kadının yaptığı kilimde, köyde kullanılan her şey kendine yer buluyor; bir eşarp parçası, bir elbisenin etek ucu… Ve onlar orada adetâ yeniden kullanıma, hayata dönüyor. Bu motifi ne düşünerek kullandınız?

Kilim, yaşlı kadın için bir şekilde bir yol, bir nehir. Aslında bir çeşit mucize onunki, metafizik âlemle bir bağlantı. Bir dünyadan öbür dünyaya geçmeyi simgeliyor. Bu noktada filmin fizik ve metafizik dünyası buluşuyor aslında. Yaşlı kadının kilimi dokurken kullandığı malzemeler, bu dünyaya ait somut malzemeler. Kilimde dokunarak metafizik âlemin birer parçası hâline geliyorlar. Yaşlı kadın içinse; kilimi tamamladığında hayatı sona erecek. Her şeyi karşı kıyıya geçirdikten sonra kendisi de geçecek. Kilimi tamamladığında onun da görevi sona eriyor ama arkasından kilimin görevi devam ettirilecek.

Peki, filmin çekimleri nasıl geçti? Sonuçta ilk uzun metrajınız ve sanırım çalışmalar sırasında hamileymişsiniz?

Evet, süper kadınım! (gülüyor) Bir yandan bebeğim olacaktı bir yandan da film doğacak bir bebek gibiydi. Zordu ama anne olmak da yönetmen olmak da çok keyifliydi. Çekimler 29 gün sürdü. Zor bir dönemdi, Ramazan’dı bir yandan. Çekim bölgesi hakkında pek bilgimiz yoktu. Filmde küçük bir çocuğun mayınlı alandan geçip ormanda kaybolduğu bir bölüm var. Bunu çekeceğimiz yerin, önceden mayınlı bölge olduğu söyleniyordu. Orada yaşayanlar artık mayın kalmadığını söylüyorlardı ama bizim aklımızda hep “Acaba mayın var mı?” endişesi vardı. Diğer taraftan Alma’yı oynayan Zana, köy hayatına da Alma karakterine de hayli uzak biriydi aslında. Yani odun kırma ve yemek yapmakta ben de başarılı değilim, yardımcı olamadım… Gerçekten Zana kısa zamanda bunları öğrendi. Ve Alma’nın dindar karakterini de gerçekten başarıyla yansıttı. Zana aslında İslam’ı iyi bilen ya da dindar biri değil. Fakat öyle başarılıydı ki çekimlere dışardan gelenler, Zana’yı gerçekten örtülü ve hep namaz kılan biri sanıyorlardı.

Örtü sadece Alma’nın başını örttüğü bir şey değil filmde. Başörtüsü tamamen Alma’yı simgeliyor.

Genel olarak örtü, bana kadının taşıdığı bir gizemle ilgiliymiş gibi geliyor. Başörtüsünün muhafaza ettiği bir şeyler var. Kimliğinin tamamlayan bir vakar katıyor kadına.

Köyün tek erkeği olan imam, kıldırdığı namazda neden Asr suresini okuyor?

Çünkü Asr suresi zamana dair temel şeyleri söylüyor. Bizim zaman içindeki konumumuza dair şeyler söylüyor ve hikâyenin metafizik temelini oluşturuyor. Ve bence çok temel bir sure, aslında İslam anlayışındaki her şeyden bahsediyor.

Sinema dilinizi nasıl kurdunuz? Çünkü metafizik öğelerden sıklıkla bahsediyorsunuz ve sinemayla bu metafizik düşüncenin ortaya konma biçimi konusundaki fikirlerinizi merak ediyorum.

Filmden hareket edecek olursak köyde yaşayan bütün o insanların hayatlarının içinde var zaten o metafizik öğeler. Ve bence bu üzerine konuşulacak bir şey değil, yani film bunu yapmamalı. Bunu gerçekliğin içine oturtmalı, olabildiğince doğal, gerçek hayatın içindeki hâliyle anlatmalı. Meselâ Alma tam da bunu gösteren kilit bir karakterdir. Ve bunu onun her hâlini seyrederken görebilirsiniz. Ben “Filmde realizm ve natüralizm arasındaki fark nedir?” diye düşünüyordum. Şunu söyleyebilirim ki karakterin ruhanî yanını gösterebilirsen o zaman natüralizme doğru yol almış oluyorsun. Ben de ana karakterimin ruhanî yanını ortaya koymaya çalışırken bunu yeni bir dille yapmak üzerine de eğilmiş oldum. Meselâ bunu suskunluğuyla yapmaya çalıştım. Diğer karakterler daha fazla iletişim kuruyor. Bir soru sorulsa normal olarak cevabını gösterirsin. Ama Alma’da bu yok meselâ. O zaman, cevap vermek yerine farklı yollarla onun tepkilerini, hislerini ortaya koymak gereği doğdu. Bunu müzikle, kamera açısıyla, başka yöntemlerle yapmaya çalıştık.

Bütün bunlar olup biterken eşiniz ne diyordu?

Bu meseleyi karı-koca olarak konuşmadık doğrusunu isterseniz. Ben yönetmendim, o da görüntü yönetmeniydi. Yaptığı işten çok memnunum. Ve doğrusu bu bizim için büyük bir şanstı. Çünkü özellikle bu tip bir çalışmada tümüyle güvendiğiniz, işi teslim edebileceğiniz biri olması ve o kişiyle kontak kurabilmeniz çok önemli. Ama setteyken kesinlikle ben onun karısı değildim, o benim kocam değildi.

İran sinemasında örneklerini gördüğümüz türden bir çalışma olmuş.

Evet, kayınpederim Erol da kurgusunu yaptı filmin. Tabi sırf İran sinemasında olan bir şey değil. Pek çok örneği var; kocası yönetmen, kendisi oyuncu... Çok da normal bir şey. Özellikle bizimki gibi küçük bir prodüksiyonda, uzun süre çalışabilecek insanlara ihtiyaç var. Ama doğrusu tam olarak karşılığını da ödeyebilecek durumda değildik. Bu şekilde ortak iş anlayışınız ve aranızda sevgi olan insanlar olunca pek başka bir alternatif de kalmıyor. Ya da en iyi alternatif bu oluyor diyelim.

Cannes’da seyircinin tepkisi nasıldı?

Gayet iyiydi. Bu küçük bir hikâye, Bosnalı bir hikâye. Bu kadar anlaşılabileceğini ummuyorduk ama gerçekten hikâyeden etkilenmişlerdi. Bazı seyirciler dedi ki; politik ya da tarihî arka planı çok anlamadık ama önemli değil, bu çok evrensel bir hikâye ve içimize dokundu.

Sizin yapmak istediğiniz de buydu zaten; değil mi?

Evet, herkesin anlamasa bile hissedebileceği bir hikâye anlatabilmek istemiştik. Cannes’da hem gösterimde hem sonrasında çok kalabalık bir kitleyle muhatap olduk. Türkiye’de de festivallere katılacağız, bunun için de ayrıca heyecanlıyım. Çok merak ediyorum nasıl tepkiler alacağız, ne yorumlar duyacağız, kimlerle tanışacağız? Gerçekten filmin uzun bir ömrü olmasını, mümkün olduğu kadar çok seyirciye ulaşmasını çok istiyorum.
röpt: elif tunca, mostar dergisi, ekim '08, sayı 44.
.

havf ve reca | kemal sayar


Modern çağda dindar insanın temel endişelerinden birisinin, dış dünyanın çekiciliği ile iç dünyanın hakîkatleri arasındaki gerilim olduğunu sanıyorum. İç dünya, değişmez bir hakîkatin ışığında erdemli bir hayatı rehber edinirken, dış dünya ona bunun pek de mümkün olmadığını fısıldamaktadır. Dinî hayatın mitolojisi kendinden vazgeçiş, karşılık beklemeden veriş ve özgecilik üzerine kurulur. Dünyaya meyletmek kınanır. İnsanın yeryüzü yolculuğunda solmayacak, batmayacak, değişmeyecek ve kendisini de aşan bir hakîkatin arayıcısı olması beklenir. İnsan, mekânı ve zamanı aşan bir ülkünün peşinde koşar. Öyle ki tüm geçmiş öyküler bugünün öyküsü olarak okunabilir, tüm kıssa ve meseller insanın değişmez hakîkatini bir tarafından anlatır. Bütün dinler insana erdemli olmayı öğütler. İhtiyacından fazlasını vermeyi, tamahkâr olmamayı, arzular üzerinde özdenetim kurmayı ve nihayet, çalmamayı, öldürmemeyi telkin eder. Peki, nasıl olur da kendisini dindar olarak tanımlayan insanlar, günün birinde nefsin iğvasına, maddî âlemin tuzaklarına kapılarak erdemli yaşayıştan vazgeçer? Kendisini dindar olarak tanımlayan bir insan nasıl yolsuzluk yapar, rüşvet alır, makam ve mansıp kullanarak kendisine ve yakınlarına imtiyaz sağlar?

Meşrûlaştırma veya rasyonalizasyon, hadi daha bildik bir deyimle ifade edelim, minareyi çalarken kılıfını hazırlama, insanın sıklıkla kullandığı bir savunma mekanizması. İnsan kendisini mutlak hakîkatin bir tecellisi olarak görmeye başladığında, hangi meşrepte olursa olsun, arzularına bir kılıf bulur. Madem ki hakîkat onda tecelli etmiştir, yaptığı her şey, söylediği her söz hakîkatin pırıltısından ibarettir. Hz. Peygamber, insanı “havf ve reca” yani korku ve ümit arasında bir varlık olarak tanımlamışken, “kesin inançlı” kişi kendisini korkudan münezzeh, tamamlanmış bir varlık olarak görmektedir. İşte tam da burada inançtan kötülüğe bir pencere açılmaktadır. Eğer Tanrı kelâmının içinizdeki yolculuğunu bitirdiği ve sizi takdis ettiği tarzında bir yanılsamaya dûçar olursanız, sözüm ona kutsal amacınız için bütün araçlar mubah olabilir. Bir şair bunu şu sözlerle ifade etmişti: “Dava için para kazanmaya giden arkadaşların hiçbiri eve dönmedi”. Oysa dindarlığı var eden şey, bizatihî insanın kendi nefsini ve edimlerini sürekli bir sorgulamaya tabi tutabilmesi, korku ve ümit arasında yaşadığı sürgit gerilimidir. Dünyanın gelip geçiciliğini, maddî olan her şeyin zevale doğru yol aldığını, hâsılı kelam faniliği ruhunun en ücra hücrelerinde hissetmeyen bir insan, kendisini nasıl dindar olarak tanımlayabilir? Güzelliği baş tacı etmeyen, insan ilişkisinde ve kâinatta her dem güzelliğin peşi sıra koşmayan, hayatı bir huşu ve haşyet duygusuyla taçlandırmayan kişi, bize dindarlığının alâmeti olarak neyi gösterebilir?

Dindar olduğunu söyleyen ve fakat ahlâkın yolundan sapan kimse, bana öyle geliyor ki, bir şüphe tarafından kemirilmektedir. Şüphelerin en yakıcısı, en azap vericisi ve bir kez insanı teslim aldığında, onun bütün kişiliğini değiştiren, “ruhu şeytana satan” şüphe: “Ya öte dünya yoksa. Ya benim dindarlığım boş bir vehimden ibaretse. Elimin altından kayıp giden bu dünya, bütün lezzetleriyle şimdi benim olamadığı gibi, hiçbir zaman olamayacaksa?”. Bu mânâda modernleşme, dünyevîleşmenin ta kendisidir. Dünyadan, sadece kendisi için, kendi arzularının tatmini için daha çoğunu istemek... Arzuyla savaşmakla itminan bulan bir iç dünyanın çölünden; ayartan, baştan çıkaran, arzuyu doyuran bir dış dünya serabına çıkış. Tanrı’nın olmadığı bir yerde sorumluluklardan kurtuluş. Aliya İzzetbegoviç’in Dostoyevski şerhiyle söylersek: “Tanrı yoksa insan da yoktur. İnsan yoksa sorumluluk yoktur. Sorumluluk yoksa suç da yoktur. Öyleyse Tanrı yoksa suç yoktur. Tanrı yoksa her şey mubahtır”.

Din, insanın kendi kusur ve kısıtlamalarıyla yüzleşebilmesi için bir imkân olarak da okunabilir. Kitap, “kendini sorgulayan nefs”i över. Kim ki inanmak yolunda kusursuz olduğunu düşünüyor, o ulûhiyet iddiasındadır. Kötülük, “yeryüzü tanrıları” eliyle yayılır. Kötülük, tanrılık taslayan kişide yuvalanır. O yüzden sufiler, “nefsi dininin elinde kar gibi erimeyen kişinin dini, nefsinin elinde kar gibi erir” demişlerdir.

mostar dergisi, kasım '08, sayı 45.
.

19 Aralık 2008 Cuma

proleterya | ismail kılıçarslan

Devrim için bir yol bulmalıyız, bir yol bulmalıyız saçlarına,
Yoksa işler karışacak, bizi çağıracak uygun adım,
Kımıltısız, böceksiz, kitapsız , imgesiz, Allah’sız hayat,
İçimde birikip duran şu teri senin ellerinle,
Senin ellerin mi söyle?
Bir akşam güneşini, bir anne balığı, bir gecenin üçünü yerinden etme kudretini,
Sevme kudretini, sevmenin o boşluksuz kudretini,
Aydınlığı, ışığı değil aydınlığı,
Taoyu Musayı İdrisi yardıma çağıracak olan senin,
Senin ellerin,
Bir yol bulmasakta olur, bir yolunu bulamasakta,
Seni nikahımıza almasakta olur bile belki hatta,
Ne de olsa biz, kepenkleri hiç kapanmayan o dükkanın sonsuz sarhoş müşterisiyiz.
Kapındayız, yakındayız, sermestiz ızdırabımızla.
Anlamasan da olur, anlamasam da.
Yakup peygamberin kokladığı gömlekten ekime ekmeğe kadar bir düş kuruyorum.
Geçip gidiyorum aranızdan,
Renkleri öğrenmeye sarıdan başlıyorum böylece.
Saçlarını taramanın başka bir yolu varsa anla ki biz, yaparız bu devrimi.
Anna, Rana, Muhammed, Mustafa.
Bak, gene aşk oldu sonu.
Oysa öyle demeyecektik biz ona.

...

18 Aralık 2008 Perşembe

komutan dayağına aihm cezası


AİHM bir askeri döverek intihara sürüklediği öne sürülen komutanı yargılamayan Türkiye’yi haksız buldu ve 2 bin 500 avro tazminata mahkûm etti.

İSMAİL SAYMAZ

İSTANBUL - Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) üstlerinin şiddetine uğradığını ileri sürerek 2001 yılında intihar eden er Fatih Aydın’la ilgili davada Türkiye’yi 2 bin 500 avro tazminat ödemeye mahkûm etti. AİHM Aydın’ı intihara sürükleyen sağlık sorunlarının saptanmasında askeri mevzuattan ötürü yetersiz kaldığı, savcılığın yürüttüğü soruşturmada eksiklikler bulunduğu gerekçesiyle Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Yaşam hakkı kanun tarafından konunur” maddesini ihlal ettiğini belirtti. AİHM’nin karar metnine göre er Fatih Aydın, 25 Mayıs 2000’de Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda askeri görevine başladı ve Marmaris’teki Aksaz Deniz Üssü’ndeki bir gemide onbaşı oldu.

Doktor sorunu tespit etti
Fatih Aydın 10 Ağustos 2000’de kendi isteğiyle Aksaz Askeri Hastanesi’ne ve ardından Muğla Devlet Hastanesi Psikiyatri Servisi’ne gönderildi. Doktor, asosyal olduğunu, anksiyete (endişe) bozukluklardan ötürü acı çektiğini rapor edip Aydın’ı, İzmir Askeri Hastanesi’ne nakletti. Bu hastanede de aynı bozukluklar saptandı. Ancak durum, müdahale ya da tedavi gerektirmediği için 15 gün sonrasına yeni bir muayene verildi. 26 Ağustos 2000 tarihinde Aydın, saat 19.50’de üzerine yakıt serpip kendisini yaktı ve denize atladı. Denizden çıkarılıp uçakla Ankara Askeri Hastanesi’ne götürüldü. Er Aydın, hastanede Askeri savcıya, olay günü nöbet konusunda er Şahin D. ile tartıştığını, astsubay Tanju D.’nın tartışma sebebini sormadan kendisini dövdüğünü öne sürdü. Aydın, üstlerince dövüldüğünü ve hakarete uğradığını; bu baskıyla depresyona girdiğini, Tanju D. tarafından dövüldükten sonra kontrolünü kaybedip kendisini yaktığını anlattı. Aydın, altı eri de tanık gösterdi. Vücüdunun yüzde 91’inde üçüncü derece yanık bulunan Aydın beş gün sonra öldü.

Tatil için kendini yaktı!
Olaya tanık olan askerler ise Aydın’ın askerliğini erken bitirmek ya da tatil elde etmek için kendini yaktığını, intihar eğilimi olmadığını, Aydın’ın disiplinsiz ve saldırgan olduğunu ifade etti. Aydın’ın kavga ettiği asker Şahin D. ise astsubay Tanju D. tarafından dövülmediğini söyledi.

‘İntihara sürüklendi’
Baba Ömer Aydın askeri savcıya, oğlunun komutanı tarafından dövülüp depresyona itildiği iddiasıyla şikâyette bulundu. Baba Aydın olaydan 15-20 gün önce oğlunun komutanı diye kendisini tanıtan birinin arayıp, “Oğlunuza saygıyı öğretmemişsiniz, biz öğreteceğiz” dediğini öne sürdü. Aydın, oğlunun da telefonda, “Üstlerim beni hırpalıyor” dediğini de savundu. İdari Soruşturma Komisyonu’ndan sonra askeri savcılık takipsizlik kararı verdi. Savcılığa göre Aydın, izin elde etmek için böyle davranmıştı. Baba Aydın, karara itiraz etti. Askeri mahkemenin itirazını reddetmesi üzerine baba Aydın dosyayı AİHM’ye taşıdı. AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 2. maddesinde düzenlenen, “Herkesin insan hakkı, kanun tarafından korunur” ilkesi gereğince davayı kabul etti.

Askeri mevzuat yetersiz
25 Kasım 2008 tarihinde AİHM açıkladığı kararda, askeri mevzuatın özellikle orduya girmesinden sonra er Fatih Aydın’daki psikolojik eğilimin saptanması ve izlenmesinde yetersiz kaldığı, bu durumun olayların birbiri ardına gelmesinde rol oynadığı belirtildi. Askeri savcıların doktorlarla görüşmedikleri, erlerin ifadelerindeki bazı çelişkilerin bulunduğu da belirtilerek, “Herkesin yaşam hakkı kanun tarafından korunur” şeklindeki ikinci maddenin usul yönünden ihlal edildiği sonucuna varıldı. AİHM?Türkiye’yi, 2 bin 500 avro manevi tazminat ödemeye mahkûm etti.

bir okur yorumu:
insan.
askerlik yapanların coğu bilir ve bir cogunun başından geçmiştir haksız yere dayak yemeler,üstlerin keyfi işleri,hiç olmıyacak işlerin yapılması genelde hep şiddete maruz kalırsınız sözlü veya fiziki,kimi kime şikayet edeceksiniz, haksız yere dayak yediğim için sabaha kadar yorganın altında ağladığımı biliyorum hayatımda hiç unutamıyacagım bir tramvaydı benim için bunun gibi neicelerini gördum yaşadım,acaba bir daha dünyaya gelsem beni askere alabilirler mi ! gerçek askerlik yapmakla bizde askerlik yapmak arasında cok fark var ! bizdeki daha cok şahısların kişisel keyiflerini içeriyor. [cem özgen]

radikal, 18 aralık '08

17 Aralık 2008 Çarşamba

insan hakları gecesi*


mazlum-der insan hakları gecesi
ömer karaoğlu konseri
20 aralık '08 cuma ertesi
18.00
kocatepe kültür merkezi
[kocatepe camii karşısı/an'kara]
*hepimizin hakkı için hep birlikte.

yurttan kürtçe sesler korosu

batsın bu dünya!
Biraz naif bir rüyamız var.
Birgün tarihin yara izi sınırlar kalkacak ve dünyada herkes barış içinde birlikte yaşayacak.
Peki biz böyle bir dünya hayal ederken Kürtler ve Türkler arasındaki mesele de ne oluyormuş?
Bu kadar yıldır aynı coğrafyada birarada yaşayan bu iki halk da birlikte yaşamayı beceremezse dünya batmasın da ne yapsın?
İşte "Bu dünyada Türkler ve Kürtler de bir arada yaşayamacaksa batsın bu dünya" bu duygularla söylenmiş bir söz.
Farkındayız bir kampanya ya da platform adı için çok uzun, çok kullanışsız.
Ama derdimizi en iyi bu cümle anlatıyor.
Biliyoruz işimiz zor. Şiddet ve çözümsüzlük içinde barış ve kardeşlik kelimeleri bile eskidi.
Kürt sorunu üzerinde güneşin altında söylenmemiş söz kalmadı.
Çözüm uzaklaştıkça iki halk arasındaki mesafeler açıldı, açılıyor.
Şimdi artık ne Türkçe konuşabiliriz ne de Kürtçe.
Birbirimizi anlamanın tek yolu kaldı: ortak anadilimiz muhabbet diliyle konuşmak.
Belki o zaman "Bu dünyada Türkler ve Kürtler de bir arada yaşayamayacaksa batsın bu dünya" duygusu herkese geçer.
Belki daha sonra şehre bir film gelir ve bir güzel orman olur yazılarla, iklim değişir ve Akdeniz olur.
Gülümse! Dünya batmasın!
Zaten bu dünyada Türkler ve Kürtler de bir arada yaşayamayacaksa...
genç siviller
.

14 Aralık 2008 Pazar

...


dedim:
çok yalnızım.
dedin:
... فَإِنِّي قَرِيبٌ

ben ki sana çok yakınım.
[bakara-186]
.

yenilgi: allahım ben yeni büyüdüm, marşları kim bitirdi?


şaşırıyoruz insana aykırı hâllerin aymazlığına.
şaşkınlığın çerçevesinden dışarı uzanınca, bir de hayretimiz olduğunu görüyoruz.
duamızı bunun üstüne kuruyoruz biz de,
allahım hayretimizi arttır, hayrete sebep her yanımızı arttır, her cânımızı.
dönenip duran akbaba gölgelerinde terletme bizi, o nûrdan güneşinde serinlet.
hayretimizi arttır ve bağışla, soralım, hayret dolu bir ‘dava’ ile:
allahım ben yeni büyüdüm, marşları kim bitirdi?

yahya kurtkaya, sigara sarmak ile dilin sınırları arasında mekik dokuyarak, zıvanadan çıkmak’ı anlatıyor.
şiirsel yaratıcılık ile iktidar’ın bölme problemleri’ne dikkat çeken ogün kaymak, ‘paylaşmayı öğretmeyen bir bölme sorusu hiçbir öğrenciden birey yaratamaz.’ cümlesini bize sunuyor.
bir dostu ile yaptığı muhabbetten süzdükleriyle aslolan cesaretin intihar etmekte değil intihar’ı reddetmenin içinde bulunduğunu öykülüyor asude zeynep toprak.
haziran’daki ölüme ve ses gelmezliğe sırtını dayayıp bir ölü haziran’ı dökmüş m. fatih kutan.
irfan d., hiç üzerine ‘eder’ hesabı görmüş.
kelimeye eğilişindeki ince’liği bir türlü dinmeyen bilal can –ki dinmesin de-, esmerliğimizin hakkını veriyor.
müfredat bölümünü geliştirmeye karar verdik ve,
mücahit fatih çelik’le söz’leştik ilk olarak. cevaplarını miras edindik.
müfredat 2.1, 12 eylül’e yönelik bir yaşanmışlık alıntıladık.
ahmet turan alkan’ın bir konuşmasından kendinde kalanları paylaşıyor m. fatih kutan.
fatma durgu, katıldığı din ve demokrasi başlıklı konferanstan aldığı notları bize sunuyor.

yenilgi’den bekleniyorsunuz, zafer sarhoşlarının devirdiği kadehlere inat.

yenilgi

www.yenilgi.com