30 Kasım 2008 Pazar

gazze için şiirler | alper gencer

1.
yeşil, yemyeşil bayırlardan tükene tükene
ümide yaklaştıkça sivrilen kahırları gösteren
düştükçe bayındır, yürüdükçe korkulu
kan be kan kıvrılan yolların sonu, son umudu
berrak gözyaşlarıyla yıkanmış tertemiz bir Gazze sabahı…
gecenin müminlere çaldığı sonatları bilirim
kelepçeli sabık bir hüzün tınlatır karanlığı
ve sonra korkunun tanıdık sözlere sığındığı sığınak
kederi öfkesine bastırıp sabrı tütünle bileyen bazı güzel adamlar
Gazze'de hep böyle bir sabahın rüyasındadırlar
kuşlarsa, inadına Gazze semalarını
toz tutmuş yüreklere doğru vururlar
ortak etmek içindir bulutları da
çığlıkları giyindiren, ölümleri giyindiren ve dahi öteki sevdaları da
kuşlar kılar müşterek, mahzenlerden yıldızlara dek uzanan ezanlara
ve çiçekler orada, inadına boy verir yüreklerin karaltısına
geçtim geçilmenin icbar olduğu yasları ağıtları, geçtim bir çırpıda
durulacak zamanın olmadığını ben Gazze'den öğrendim ve geçtim
sabırla dolacağım an içindir benim sabırsızlığım
ve şükürle dolacağım an için şükrederim
geçen, eksilen ömre dönüp bakacak kadar vakit bulursam
Gazze'de bir çocuğu yalnızca bir dakika
anlasın, duysun, hissetsin diye dünya
ümitle dua ederim

yüreğim hakkında ne söyleyebilirm ki? | kemâl yanar


Güney Amerika’nın 1945 yılında Nobel Edebiyat ödülü kazanan ilk kadın şairi, Şili’nin manevi önderlerinden Gabriela Mistral, henüz 1914’te Les Sonetos de la Muerte’nin (Ölüm Soneleri) yayımlanması ve kitabın Santiago’da saygın bir edebiyat ödülü kazanmasıyla birlikte, Şilili yeniyetme genç şairlerin kapısını aşındırdığı bir ‘edebiyat hidayeti dağıtıcısı’ haline gelmiştir.


Bu genç şairlerden hemen hepsi müdireliğini yaptığı okulun öğrencileri oldukları için Mistral, onları anaç bir tavırla karşılar; yazdıklarına bir göz atar ve onları dinlerdi. Bir gün, şairle görüşmek için yine bu gençlerden biri kapısını çalar. Gelen konuğu Mistral’in sekreteri karşılar, müdire hanımın başı ağrımaktadır ve kimseyi kabul edemeyecektir; isterse, daha sonra göz atması için yanında getirdiği şiirlerini bırakabilir. Birkaç saat sonra genç çocuk tekrar gelir. Bu sefer karşısında bir şiir olarak kişileştirdiği kadını görür, onu yerlere kadar eğilerek selamlar. Mistral ise sevecen ve her zamanki anaç tavrıyla: “Sizi karşılamak için giyindim. Hastaydım. Şiirlerinizi okumaya koyuldum ve bu beni iyileştirdi, çünkü emin olun, siz gerçek bir şairsiniz.” der ve hemen ekler: “Şimdiye kadar böyle bir şeyi hiç kimseye söylemedim.” Bu yeniyetme şair yıllar sonra ustası Mistral gibi Şili’nin simge isimlerinden biri olacak Ricardo Eliecer Neftali Reyes Basoalto yani bilinen ismiyle Pablo Neruda’dır.

Türkçedeki en kapsamlı Neruda biyografisi
Türk okurlarının yıllardır aşina olduğu bir isim olan Neruda ile ilgili dilimizdeki en kapsamlı biyografi geçtiğimiz günlerde Doruk Yayımcılık tarafından, “Zamanın Tanıkları” serisinin yedinci kitabı olarak okurla buluştu: Senin Zamanın Pablo Neruda. Kitabın yazarı, aynı zamanda şairin yakın dostu olan Volodia Teitelboim, klasik biyografi türünün dışına çıkarak daha derinlikli bir bakış ve sezgi yüklü anlatımıyla şairin yaşamsal çizgisiyle bütünlenmiş yapıtının dehlizlerinde dolaşmayı başarıyor.


Kişi ve yapıt adları dizinleri ve fotoğraflarla zenginleştirilmiş bu kapsamlı kitap, benim gibi Cortázar çokseverler için güzel bir sürprizle, şairin ölümünden sonra yazılmış, Arjantinli yazarın onunla geçirdiği kısa süreli ama içten dostluğu anlattığı “Neruda Aramızda” başlıklı bir giriş metniyle açılıyor.


Ardından gelen “Yağmurdan Savaşa” isimli bölümde, şairin yıllar sonra, doğduğu topraklara, Parral’a geri dönüşü ve ailesiyle ilgili anılarını, özellikle de hiç tanımadığı ve hiçbir anısının olmadığı annesinin -eski bir fotoğraftan ibaret- ruhunu ziyareti anlatılıyor. Neruda’nın, doğumdan kısa bir zaman sonra veremden ölen annesi Rosa Neftali Reyes Basoalto bir ilkokul öğretmenidir; şair, okumaya karşı ilgisini, bir tür düşünce inceliğini ondan miras almıştır belki. Babası Jose del Carmen Reyes Morales ise bir demiryolu görevlisiydi ve en büyük korkusu oğlunun bir şair olarak anılmasıydı. Teitelboim bu korkuyu şöyle anlatıyor: “Babası şiire karşı güvensizdi. Şair bir oğlu olacağı düşüncesine hiç boyun eğmedi. Üzgün olsalar bile bohemleri, söz cambazlarını hiç sevmiyordu. Onun doktor, dişçi, mühendis, avukat ya da öğretmen olmasını istiyordu; şair olmasını asla. Bu bir meslek değildi. Makinist bir arkadaşının kendisini birine, hafif bir gülümsemeyle bir şairin babası olarak tanıştırdığını kafasında canlandırıyordu. Bu, utançtan ölünecek bir durumdu. Şiir yazmak gibi pis bir kötülüğe bulaştığı için çocuğu defalarca azarlamış, katı bir biçimde cezalandırmıştır. İşte daha sonra aldığı Pablo Neruda takma adı bundan dolayıdır. Özellikle babasını bir şair oğula sahip olma onursuzluğundan kurtarmak içindir.” Sonunda, 1920 yılında “El amor perdido” isimli şiirini sevdiği bir Çek yazarının Jan Neruda’nın soyadını kendi adına ekleyerek Pablo Neruda imzasıyla yayımlar. Ertesi yıl Santiago kentine, Maruri sokağındaki bir öğrenci yurduna yerleşir. O günler açlıklarla geçen günlerdir ama ara vermeden şiirler yazmayı sürdürür.


1927’de diplomatlık kariyerini seçen Neruda, altı yıl boyunca Güneydoğu Asya’da konsolosluk yapar. Bölgedeki toplumsal sorunlar yüzünden ömrünün “en acı veren dönemi” olarak nitelendirdiği bu zaman içinde Residencia En La Tierra (Yeryüzünde Konaklama) adlı yapıtını tamamlar. Neruda’nın şiirindeki asıl kırılma noktası ise, İkinci Dünya Savaşı’ndaki karışıklığın önsözü niteliğindeki İspanya iç savaşının başlarında, şair Lorca’nın korkunç bir şekilde öldürülmesi olmuştur. Haberi, gazete satıcılarının “Federico Garcia Lorca, Granada’da kurşuna dizildi!” diye bağırışlarından öğrenir. Bu olay, Neruda’nın dünyaya bakış açısını ve şiirini kökten değiştirir; “bir bomba, Viznar’daki küçük ağaçlıkta kurban edilmiş şairin kanından bir damla düşer şiirine.” Evine dönüp, kısa bir sürede “Explico algunas cosas”ın (Bazı Şeyleri Açıklıyorum) olağanüstü dizelerini yazar: “Çiçek Evi’ydi, çünkü her yandan/ sardunyalar fışkırırdı:/ güzel bir evdi/ köpekler ve çocuklarla./ Raul anımsıyor musun?/ Anımsıyor musun, Rafael?/ Federico, anımsıyor musun/ yerin altında,/ anımsıyor musun ağzını çiçekle dolduran/ haziran ışıklı balkonlarını?/ Kardeşim, kardeşim!/… / Soracaksınız: Neden onun şiiri/ bize düşten, yapraktan söz etmez,/ memleketinin büyük volkanlarından?/ Gelip görün sokaklarda kanı,/ gelip görün/ sokaklarda kanı,/ gelip görün sokaklarda/ kanı.” Ardından gelen “Canto a las madres de los milicianos muertos” (Ölü Milislerin Annelerine Şarkı) isimli angaje şiir bir yıldırım etkisi uyandırır. Bir aydan kısa bir süre içerisinde, çevresinde oluşan tarihin dikte ettirdiğini elleriyle yazıyormuşçasına boşalım oluşturan bir kitap yazar. Espana En El Corazon (Yürekteki İspanya) böyle doğmuştur. Louis Aragon’a göre bu yapıt, “Günümüz modern edebiyatına devasa bir giriş”tir.

Nâzım’la dostluğu
Şiirlerinin ve politik mücadelesinin dışında büyük aşkları, dostlukları ile de tanınan Neruda’nın biyografisi uluslararası çapta ünlü birçok yazar ve şairle geçirdiği zamanları anlatan anılarla da yüklü. Platero ile Ben’in yazarı Juan Ramon Jimenez’le kavgaları, Rafael Alberti, Lorca, Paul Eluard, “Yüksektir/ kule gibi/ ve tepede/ iki pencere:/ gözleri, Türkiye’nin ışığıyla” dizelerini yazdığı Nazım Hikmet, Cesar Vallejo, Louis Aragon, Pablo Picasso bu isimlerden yalnızca birkaçı. Ve tabii şiirinde sonsuz büyüyen aşkları… Veinte Poemas de Amor y Una Cancion Desesperada’daki (Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı) her bir şiirin kimin için yazıldığı bile yıllarca süren cevapsız bir sorular dizisi oluşturmuştur. Neruda, ellili yaşlarında meraklı bir dinleyici kitlesine yaptığı bir konuşmada tüm bu sorulara yaşamının da özeti sayılabilecek bir cevapla karşılık verir: “Aşk şiirlerimden her birine ilişkin bir açıklama yapacağıma size söz verdim. Yılların geçip gittiğini unuttum. Hiç kimseyi unutmadım, ancak iyice düşününce, size vereceğim adlar neyinize yarayacak ki? Herhangi bir alacakaranlıktaki iki saç örgüsünü ne yapacaksınız ki? Ağustos ayında, yağmur altında iki kara gözü ne yapacaksınız ki? Yüreğim hakkında bilmediğiniz ne söyleyebilirim ki? Açık açık konuşalım. İçten olmayan bir tek sevgi sözü kullanmadım. Gerçek olmayan bir tek dize yazmadım.”
kitap zamanı, sayı 34, ekim '08

27 Kasım 2008 Perşembe

gazze için hüsnü mübarek'e mektup

MAZLUMDER

Başkan Mübarek

Bizler, aşağıda imzası olanlar, abluka altında bulunan Gazze için sizden gerekli olan çabayı daha fazla sarf etmeniz umuduyla size yazıyoruz. Bunu çok gerekli görüyoruz.

Kuşkusuz Gazze deki durumu ve herkesçe malum olan, yaşanan insanlık krizi için bizim sizi bilgilendirmemize ihtiyacınız olmadığını biliyoruz. Gazze ablukası, bu yeni krizden önce, dünyanın en büyük kampının oluşturulması olarak tanımlanıyordu. İnanılıyor ki 1,5 milyon insan kendi hükümetlerini seçtikleri için topluca kötü muameleye tabi tutuluyor, açlıkla cezalandırılıyorlar.

Bildiğiniz gibi geçen hafta Gazze’ye verilen yakacak, işletme tesisi kapatılarak engellendi. Birleşmiş Milletlere, Gazzelilerin bağlı olduğu yiyecek yardımı dağıtımının durdurulması için, baskı yapılıyor. İsrail yetkili makamları Cenova anlaşmasını ve daha birçok uluslar arası normu çiğniyor. Gazzelilere karşı işlenen bu suçlar insan olmanın onurunu ayaklar altına alıyor ama bu suçlara karşı, neredeyse, hiçbir şey yapılmıyor. Bu yapılması gerekenlerin yapılmaması bu insanları da suçlularla suç ortağı yapıyor.

Bu felaket herkesçe bilinirken, orada yaşayanlar inanıyor ki Gazze’ye bir giriş gerekiyor. Refah Kampı girişi İsrail’in kontrolü dışında ama oda her an ellerine geçebilir. Bu geçiş noktası, Mısır sınırı üzerinde, acilen ön şartsız açılması lazım, uluslararası yardımların ve gündelik ihtiyaçların girişine izin verilmeli. Bu Gazze’deki suçsuz masumların sıkıntılarını birazda olsa hafifletir.

Bu sınır girişini açmanız için size rica etmiyoruz, bunu sizden talep ediyoruz. Sizin bu yılın başında bu ablukayı aşıp Gazzelilere yardım eden Mısırlılar örneğine bakmanızı istiyoruz.

Size hatırlatıyoruz, onlar gibi onurlu ama zorlu yolu seçebilir ya da Gazze’ye yapılan baskılara yardım edebilirisiniz. Vicdan sahibi hiç kimse için bu bir seçenek bile değil.

Acil ve insani bir duruş sergilemeniz ümidiyle…

***

President Mubarak,

We, the undersigned, write to you in the hope that you will take the much needed action in regard to the blockade of Gaza that is required.

You surely do not need us to relate to you the strangulation of Gaza, and the humanitarian crisis that is unfolding. The blockading of Gaza, before this current crisis, was already described as creating the world’s biggest concentration camp. It beggars belief that a civilian population of 1.5 million people is abused and starved – punished collectively for choosing their own government.

As you know in the last weeks, fuel supply to Gaza has been blocked leading to the closure of its power plant. The UN has been forced to halt distribution of food aid, upon which most Gazans are reliant. The actions of the Israeli authorities violate the Geneva Conventions and so many international norms. The crimes committed against Gazans degrade all humanity and failure to act against these crimes, by those with the capacity to do so, ensures their complicity with the criminals.

Whilst this catastrophe unfolds, it beggars belief that there exists a crossing into Gaza, namely the Refah crossing that is outside Israeli control, yet still closed. This crossing, on the border with Egypt, must be opened immediately and unconditionally, to allow in international relief efforts and the personnel required to alleviate the suffering the innocent civilians of Gaza undergo.

We do not beg you to open this crossing, we demand it. We ask you to look to the example of Egyptians who earlier this year broke through the blockade to help those in need. You can be remembered, as they are, for a difficult but noble act, or you can choose to support the oppression of Gazans.

For anyone with a conscience it is not a choice.

In the hope of your swift and humanitarian action:

Massoud Shadjareh
Islamic Human Rights Commission
UK

Mohideen Abdul Kader
Citizens International
Malaysia


MAZLUMDER
Turkey


Friends of Al Aqsa
UK

Yvonne Ridley
UK

Humza Yousaf
Scottish-Islamic Foundation
UK

Bashir Ahmad MSP
Scottish National Party
UK

Salma Yaqoob
Councillor
UK

Faisal Hanjra
FOSIS
UK

Dr John E Richardson
Loughborough University
UK

Jeremy Corbyn MP
Member of Parliament
UK

Clare Short MP
Member of Parliament
UK

Derek Wyatt MP
Member of Parliament
UK

Rabbi Ahron Cohen
Neturei Karta
UK

Dr. M.H. Jawahirullah, President
Tamilnadu Muslim Munnetra Kazhagam
India

Les Levidow
Campaign Against Criminalising Communities
UK

Dr. Brian Iddon MP
Member of Parliament
UK

Seyyed Ferjani
Muslim Association of Britain
UK

John McDonnell MP
Member of Parliament
UK

Tony Greenstein
Brighton & Hove UNISON and Brighton & Hove Trades Council
UK

Professor Alex Callinicos
King's College London
UK

Roland Rance
Jews Against Zionism
UK


Aliansi Selamatkan Anak Indonesia
Indonesia


Indonesian Advocacy Center for Law and Human Rights
Indonesia

George Galloway MP
Member of Parliament
UK


Muslim Council of Britain
UK


Palestine Return Centre
UK

Lord Nazir Ahmed
House of Lords
UK

Baroness Jenny Tonge
House of Lords
UK


Palestine Internationalist
UK


British Muslim Initiative
UK


ANADOLU GENÇLİK DERNEĞİ
Turkey


AKDER
Turkey


AKV ( ARAŞTIRMA KÜLTÜR VAKFI)
Turkey


BAB-I EHLİ BEYT VAKFI
Turkey


BAŞKENT KADIN PLATFORMU
Turkey


BEM BİRSEN
Turkey


BÜRO MEMURSEN
Turkey


EHLİ BEYT KÜLTÜR VE DAYANIŞMA VAKFI
Turkey


EMEKLİ BİRSEN
Turkey


GENÇ BİRİKİM
Turkey


GENÇ SİVİLLER
Turkey


HİZMET İŞ
Turkey


İHAD
Turkey


İHD
Turkey


İNFAK VAKFI
Turkey


İLKDER
Turkey


KUDÜS-DER
Turkey


MEMUR-SEN
Turkey


MÜSİAD
Turkey

ÖZGÜR EĞİTİM-SEN
Turkey

23 Kasım 2008 Pazar

canlar | ilhami çiçek


umut kesilmiyorsa dostlarım
kesip
barikatlar kurarak kangrenli gövdemizden
şurda güneşe ne kaldı


.

21 Kasım 2008 Cuma

yenilgi: ayın bir muhabbet armağanı olduğu vaktin önündeyiz.


vaktin önündeyiz.
ön safları mesken biliyoruz.
sesimizi ay’a yaslıyoruz, yıllar önce yazılmış bir dizeyle.
önündeyiz, devranın, vaktin, insanın.
katledilen, işkencede ölenlerin önünde.
vicdanımız el vermiyor.
rosa parks’a selam ediyoruz.
kübalı bir şairinin sesinde, ölü asker’de hesaba çekiliyoruz.
yoruyoruz, yoruluyoruz.

şiir ve sevisellik üzerine edip hekimoğlu bir yazı yazıyor.
m. fatih kutan, 'ölü milislerin annelerine şarkı' söylüyor, neruda’dan ve bir cinayetten ilhamla.
asude zeynep toprak, kadın olmanın üzerine gidiyor, üstesinden geliyor.
nermin’e uzak bir ağıt çekiyor melike zahir, yakın bir dua gönderiyor nermin’e.
bilal can, tam bir şiir söylüyor. daha ne olsun?
esra özdemir demirci, yas evi’nin kapısından giren ne varsa üzerimize ilikliyor, ağlamak geçip gidiyor içimizden.
irfan d., aramıza katılıyor, hoş geliyor, resmiyetin ve tutanakların dışından ses ediyor.
müfredat 1,7’de, rasim özdenören’den bir alıntıyla başlıyoruz söze. diyanet, bir şairin ölümünün duyulmazlığı, frankfurt derken nihayet’e eriyoruz.
yenilgi’den bekleniyorsunuz, zafer sarhoşlarının devirdiği kadehlere inat.
yenilgi
...

mortaka 11 | şiir ve pathos



yaşar bedri/ seyir defteri on bir - 2
erdem beyazıt /fotoGrafi -5
m.karaosmanoğlu/ gidenlerin şarkısı olsun (şiir) - 6
kemal özer / nasıl söylesem (şiir) - 7
kemal özer/ söyleşi, makale, günlükler - 8
berna olgaç/ uzaklıklar (şiir) - 15
mustafa fırat/ yükselen tınılar sonnet'si - 15
mahmud derviş / iki şiir - 16
yusuf alper / o çocuk, o anneler (şiir) - 17
nurettin durman/ ismet özel der ki (şiir) - 18
âdem turan/ yolcunun düğünü (şiir) - 19
ilhan berk/ fotoGrafi - 20
sıddık akbayır/ ilhan berk - 21
hilmi haşal/ giderken (şiir) - 28
orhan karaveli/ tanıdığım n.hikmet (r.gürsoy) - 29
ahmet ada/ abdal (şiir) - 38
halim yazıcı/ mordoğan (şiir) - 38
c.hüseyin düz/ [y]om [h]ani [s]adme [m]um (şiir) - 39
m.mazhar alphan/ boşuna değil sevmem (şiir) - 40
-şiir ve pathos (dosya) - 41
anton neumayr/ 'georg trakl şiiri'nin patolojisi - 42
anton neumayr/ şiir ve maraz - 43
hüseyin atabaş/ 'patoloji ve şiir' - 44
yusuf alper / şiir ve pathos - 46
hilmi haşal/ deliye her gün bayram gerekçesi:şiir - 50
celâl fedai / patetik hâllerimden bir nebze - 52
celal fedai/ şiirde şizofren, hayatta mühendis - 53
niyazi karabulut/ kalemini kıran çöl şairleri - 55
erdal sarıçam/ intiharın var oluş nedenleri - 59
tan doğan/ çağcıl yaşamda 'çökkünlük.. - 60
salvador dalì/ bir dâhinin günlüğü'nden - 63
gökher şükrü baylan/ hakikatin katli - 63
tülay kale/ yürek sandalı hayata çarpanlar - 65
m.karaosmanoğlu/ bireyin 'ne'lik sorunsalı - 73
enver uzun/ rus şiirinde pathos - 76
sylvia plath ile söyleşi/ orr - 80
kerim humari/ üç şiir - 82
teysir sebul/ merhaba (şiir) - 83
kasım cabbara/ suda yakamozlar (şiir) - 83
hermann hesse/ yalnız (şiir) - 84
paul éluard/ elveda hüzün (şiir) - 84
bojidar grozev/ yaşlılık, ilkyaz fotoğrafı (şiir) - 85
friedrich rückert/ harâb etme kendini (şiir) - 86
86 - ralph waldo emerson/ sâdi (şiir)
87 - coşkun kulaksızoğlu / fotoGrafi
88 - laurent jenny/ betimleme nedir
92 - a.es-sufı/ gürcistan,israil, hangi toprak bütünlüğü
94 - n. durman'la "kayıp zaman atlası" üzerine
97 - v. bahadır bayrıl ile söyleşi/ selçuk erat
100- atila er/ oy badem ağacı oy (şiir)
100- ertuğrul özüaydın/ yazdan önce (şiir)
101- irfan yıldız/ kırçiçeği anadolu (şiir)
101- said ercan/ asfur (şiir)
102- mehmet şâmil/ matem aşiretinde çırak (şiir)
103- ayşe müşerref kot/ tacı yerine koymak (şiir)
104- osman atıf özmen/ cenneti geçince solda (şiir)
105- y.b./ fotoGrafi /yaylacı
106- funda dane/ şiir susamı (şiir)
107- hasan aktaş/ can yücel'in şiirinde h.bektaş-ı veli
108- öktem tepe/ "şişli iğfal" (şiir)
108- okan alay/ ne ki ömür?.. (şiir)
109- şükran kara / ellerim akşam değil (şiir)
109- naci bahtiyar / tenime işleyen ağu (şiir)
110- imren ç.tüzün/ "bir özgürlük talebi: 1968"
110- m.nihat malkoç/ şiirin kalbine yolculuk
111- necla maraşlı/ kan böcekleri,beyaz sesler
112- belgin günay/ asil mi vahşi mi?
114- alper sarı/ şairi iyi eden hastalık
115- sándor hunyadi /asker giysisiyle (öykü)
118- mustafa fırat/ "nar meseli"
119- ihsan bektaş / abuşoğlu'nun 9. şiir demeti
119- yahya kurtkaya/ tan vakti eşya'yı tanımak
122- sema çetin baycanlar/ a.ada şiirlerinde izlek
124- bedri aydoğan/ şiir okuma duraklarında a.ada
126- hasan akarsu/ "zamansız zamanlar"ın şiirleri
127- kemal bulut /antik sözcüklerde trabzon (IX)
128- sergei mintslov/ trabzon eyaletinin istatistik öz.
135- muharrem tanrıveren/ dil ve din dili
136- niyazi bulut /patlamış mısır
138- fatma esti/ yüzük
138- bahar çetiner/ purusha (şiir)
140- ender yolcu/sahteydin (şiir)
140- safa bıyık/ bir tövbenin yol haritası (şiir)
141- z.e.deniz oğuz/ sinop-temmuz-ağustos (gezi)
143- mor taka'ya gelenler
144- yaşar bedri/dağlar ve remil (şiir)
.

18 Kasım 2008 Salı

snijeg | aida begic




snijeg kar

Oyuncular
Zana Marjanovic-- Alma
Jasna Beri-- Nadija
Sadzida Setic-- Jasmina
Vesna Masic-- Safija
Emir Hadzihafizbegovic-- Dedo
Irena Mulamuhic-- Nana
Jelena Kordic-- Sabrina
Jasmin Geljo-- Miro
Dejan Spasic-- Marc
Alma Terzic-- Lejla

Yönetmen
Aida Begic

Senarist
Aida Begic

Yapımcı
François d'Artemare

Müzik
Igor Camo

Görüntü Yönetmeni
Erol Zubcevic

“Kar”, Bosna’da 1997 yılında geçen savaşta büyük zarar görmüş bir köyde geçenleri anlatıyor. Altı kadın, bir büyükbaba, dört kız ve genç bir oğlan savaşın harap ettiği, dış dünyayla bağlantısı neredeyse kesilmiş bir köy olan Slavno’da yaşarlar. Savaşta bütün aileleri ve arkadaşları öldürülmüş ve cesetleri bile bulunamamıştır. Yaklaşan kış ve yılın ilk karı, köyün dünya ile ilişkisini tamamen kesip, hayatlarını tehdit eder hâle gelebilir. Filmin ana karakteri ise dindar bir köylü kızı olan “Alma” karakteri. Alma, terk edilmiş bir yolda erik reçeli ve başka meyve sebze ürünleri satarak sadece hayatta kalabileceklerine değil bir de zengin olabileceklerine inanır.

Bu yıl düzenlenen Saraybosna Film Festivali’ne konuk olarak katılan Mostar Dergisi’nden Elif Tunca, Bosnalı yönetmen Aida Begic ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Saraybosna Film Festivali’nin açılış filmi ve Bosnalı yönetmen Aida Begic’in ilk uzun metrajlı filmi olan “Kar” (Snijeg) filmi ayrıca bu sene 61. kez yapılan Cannes Film Festivali’nde ‘Grand Prix of the Semaine de la critique programme’ ödülüne lâyık görülmüştü. Büyük bir başarıya imza atan filmin yönetmeni Aida Begic, başarısının sırrını değerlerine olan bağlılığında görüyor. Aynı zamanda bir anne de olan Aida Begic, başında taşıdığı örtünün çok önemli olduğunu düşünüyor. Mezun olduğu sinema okulunda öğretmenlik de yapan Begic, herkese ama en çok da derslerine katılan kız öğrencilere başörtülü halde de yönetmenlik yapılabileceğini göstermekten, yurtdışındaki sinema ortamlarında ise örtülü olmanın yalnızca İran yönetiminin dayattığı bir mecburiyet değil gönüllü bir tercih olduğunu anlatabilmekten mutluluk duyduğunu söylüyor. “İlk uzun metrajlı filminiz ve çalışmalar sırasında hamileydiniz” şeklindeki soruya şu şekilde karşılık veriyor Begic: “Evet! Bir yandan bebeğim olacaktı, bir yandan da film doğacak bir bebek gibiydi. Zordu ama anne olmak da yönetmen olmak da çok keyifliydi. Çekimler 29 gün sürdü. Zor bir dönemdi, Ramazan’dı bir yandan..” Başörtüsü ile ilgili soruyu da Begic şu şekilde cevaplıyor: “Genel olarak tesettür bana kadının taşıdığı bir gizemle ilgiliymiş gibi geliyor. Başörtüsünün muhafaza ettiği birşeyler var. Kimliğini tamamlayan bir vakar katıyor kadına.” Eşi de aynı zamanda filmin görüntü yönetmeni olan Begic, “Ben yönetmendim o da görüntü yönetmeniydi. Yaptığı işten çok memnunum. Ve doğrusu bu bizim için büyük bir şanstı. Begic, Cannes Film Festivalinde film ile ilgili çok olumlu tepkiler aldıklarını ve herkesin takdirini kazandıklarını, bir de ödüle lâyık görüldüklerini belirtti. Türkiye’de de festivallere katılacaklarını belirten Begic, “Çok heyecanlıyım, bakalım ne tepkiler alacağız, ne yorumlar duyacağız, kimlerle tanışacağız? Gerçekten filmin uzun ömürlü olmasını, mümkün olduğu kadar çok seyirciye ulaşmasını istiyorum” dedi.



14. gezici festival notları


14. Gezici Festival Ödülleri

Altın Kaz Ödülü
İçimdeki Çöl - Rodrigo Pla (Meksika)

Gümüş Kaz Ödülü
Sonbahar - Özcan Alper (Türkiye)

Özel Mansiyon
Kar - Aida Begic (Bosna Hersek)

Siyad Ödülü
Sonbahar - Özcan Alper (Türkiye)

Kısa Film İzleyici Ödülü
Skhizein - Jérémy Clapin (Fransa)

Kars Şehir Sineması'nda düzenlenen ödül töreninde Meksikalı Yönetmen Rodrigo Pla'nın "İçimdeki Çöl" adlı filmi Altın Kaz'a layık görüldü. Kendisi ödül töreninde bulunmadığı için Pla'nın ödülü Kars Valisi Mehmet Ufuk Erden tarafından oyuncu Tuncel Kurtiz'e verildi. Yönetmen Özcan Alper'in Altın Kozalı filmi "Sonbahar", Gümüş Kaz ve SİYAD ödülüne layık görüldü. Mansiyon ödülü de Bosnalı kadın yönetmen Aida Begic'in Kar filmine verildi.

Altın Kaz ödül törenine; Kars Valisi Mehmet Ufuk Erden, Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu, Kafkas Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Abamüslüm Güven, yönetmenler, sinema sanatçıları ile çok sayıda sinamasever katıldı. Ödül töreninin saatlerce öncesinden şehir sineması önünde toplanan yüzlerce kişi salona girebilmek için kuyruklar oluşturdu. Salonun dolması nedeniyle dışarıda bekleyenler salona alınmadı. Salona giren bir çok kişi de töreni ayakta izleyebildi.

Espirili konuşmalarla geçen ödül töreni sanatçı Tuncel Kurtiz'in ödülünü almasının ardından Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu'yla karşılıklı oynamaları renkli görüntülere sahne oldu.

Sonbahar, üniversite yıllarında cezaevine giren Yusuf’un 10 yıl sonra döndüğü memleketinde geçirdiği son aylarını konu alıyor. Sonbahar filmi ile Gümüş Kaz ve SİYAD ödülü olmak üzere toplam 2 ödül alan Yönetmen Özcan Alper, geceye damgasını vuran isimlerden oldu. Festival süresince hiçbir zaman ödül almayı beklemediğini ifade eden Alper, isminin okunmasının kendisini sevindirdiğini söyledi. Özcan Alper; "Sadece ödül almak değil bu şekilde festivallere katılmak, filminizin gösterilmesi, konuşulması, seyirciyle buluşması ve basına ulaşmasını çok daha iyi ve güzel bir şekilde buluyorum." dedi. Alper, festivali çok güzel bulduğunu ifade ederek, "Kırmızı halı bulunmasa da sinema perdesi vardı. Çok sıcak bir karşılama gördük." dedi. Alper, kendi filminden daha çok beğendiğini söylediği Açlık / Hunger filminin vizyona girebilmesi için, 5000 avroluk para ödülünü paylaşmak istediğini söylemişti.

Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Uluslararası Altın Kaz Film Yarışması'nda 9 film Altın Kaz, Gümüş Kaz ve SİYAD ödülleri için yarıştı.

Altın Kaz Film Festivali'nde, Rodrigo Pla'nın ikinci uzun metraj filmi İçimdeki Çöl (Desierto Adentro), Cannes'de ilgi gören, aynı zamanda Saraybosna Film Festivali'nin açılış filmi Kar (Snijeg), Bulutların Üstünde (Wolke 9); Belçika yapımı Moskova, Belçika (Aanrijding In Moscou), Goran Markovic'in Montreal'de en iyi yönetmen ve Fipresci Ödülü'nü kazandığı son filmi Turne (Turneja), Açlık (Hunger), Müzik belgeselleri çeken Mika Kaurismaki'nin son filmi Üç Bilge Adam (Kolme Viista Miesta), Özcan Alper'in Altın Koza'lı Sonbahar ve Türkiye'den Semih Kaplanoğlu'nun Süt filmleri yarıştı.

12 Kasım 2008 Çarşamba

çocuklar nerde | arif ay

sana anlatacaklarım var
otur
bir bardak su biraz zeytin
gözlerin/tüm sevincin
önce sofrayı kur
bak/gördün mü
nasıl sıcacık ekmek
sevenin yüreği/elimin emeği
nerede kaldı bunlar
çocuklara bir bak

-oyundalar/gelirler şimdi
saklama yüzündeki ikircimi
bir çatırtı/zaman durdu
işte oyun
onlar vuruldu

biraz gözyaşı biraz tuz
ekmeğim sokaklarda
sofrayı kaldır

5 Kasım 2008 Çarşamba

bahman ghobadi: saçlarım ağarıyor, filmlerim kararıyor


Bütün dünya onu İran-Irak sınırındaki Kürtlerin zorlu yaşam koşullarını anlattığı Sarhoş Atlar Zamanı (2000) ile tanıdı. Aynı tarihlerde yapım çalışmalarına yardımcı olduğu Kara Tahta’da (Semire Mahmelbaf, 2000) onu bu kez oyuncu olarak izledik. Kürtlerin sinemada ilk kez farklı bir bakışla yansıtıldığı bu filmlerin ardından, Behmen Kubadi (ya da Farsçanın Batı dillerindeki karşılığıyla Bahman Ghobadi) kamerasını ABD işgali sonrasında Irak Kürdistan’ına çevirdi: Kaplumbağlar da Uçar (2004) ile dünya sinemasının önemli yönetmenleri arasına girdi. Diğer filmleri Anavatanımdan Şarkılar (2002) ve Yarım Ay (2006) ise, çeşitli nedenlerle Türkiye’de gösterime girmedi.


Behmen Kubadi’yi sessiz sedasız geldiği Ankara’da yakaladık. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileriyle gerçekleştirdiği keyifli söyleşi öncesinde, İran edebiyatı konusundaki çalışma ve çevirileriyle tanınan Haşim Hüsrevşahi aracılığıyla kendisine sorularımızı yönelttik. Kubadi ile sohbetimize ister istemez son günlerde yaşanan olaylar da damgasını vurdu.

Filmleriniz, aslında propagandist ya da manipülatif değiller. Öte yandan, son derece siyasi bir sinema yaptığınızı söyleyebiliriz belki de. Sinema ve siyaset arasındaki bu ilişkiyi nasıl değerlendirdiğinizi öğrenmek istiyorum.
Hemen belirteyim, ben siyasetten nefret ederim. Benim sıkıntım Kürt olmamdır. Kürt olduğumu söylediğim anda, bir siyasi geçmişim olduğu varsayılıyor. Sonuç itibariyle, biz çok kötü koşullar içinde yaşıyoruz, İran Kürtleri, Irak Kürtleri, Türkiye Kürtleri... Kürtlerin hep merkezi hükümetlerle sıkıntıları, sorunları olmuştur. Keşke hiçbir zaman böyle bir sorunumuz olmamış olsaydı. Kürt olduğumu söylediğim anda, geçmişimin yalnızca kültürel bir geçmişi çağrıştırmış olmasını çok isterdim. Fakat biz Kürtlere böyle bir fırsat tanınmış değil. Aslında Kürtler öyle savaşçı bir ulus da değil... Kürt olmayan birçok insan var, gidiyorlar oralardaki dağlarda savaşıyorlar. Sonra da hepsi Kürtlerin hesabına yazılıyor bu savaşın. Bence Kürtler çok özgürlükçü insanlar, çok barışçı insanlar. Benim sinemam da daha ziyade bunları anlatmaya çalışıyor.
Ben şimdi Kürdistan’da, İran’da hangi konuya el atarsam atayım, oradan hemen siyasi bir konu kendini gösteriyor. Ve bundan gerçekten nefret ediyorum. İstiyorum ki kültürel bir şey çıksın ortaya. Umarım bir gün bunu halledeceğiz. Bunu yapacak olanlar da, o ülkelerdeki hükümetler, devletler... İran, Türkiye gibi hükümetlerin bunu oturup düşünmeleri lazım. Kürtlerin sahip oldukları toplumsal karakteristiği onlara hissettirmeleri lazım. Yani, onları dışlamadan kendine özgü niteliklerini hissettirmek gerekiyor...
Umarım bir gün, siyasi olmayan bir sinema yapma olanağı buluruz.


Aynı zamanda İran sinemasının bir parçasınız. Abbas Kiyarüstemi, Muhsin ve Semire Mahmelbaf gibi yönetmenlerle çalıştınız. Bir Kürt sinemacı olarak kendinizi bu anlamda nasıl konumlandırıyorsunuz?
Ben öncelikle bir İranlıyım. Ve aynı zamanda bir Kürdüm. Ben İran sinemasının bir parçası olduğum için onur duyuyorum. Aynı zamanda İran Kürtleri içerisinde bir Kürt sinemacısı olmaktan da onur duyuyorum. Bunlar da birbirinden ayrı şeyler değil. Tabi ki, birinden birini seçmek durumunda kalacak olsaydım, Kürt sinemacı olarak anılmayı tercih ederdim.
Dünyada 40-45 milyon Kürt yaşıyor ve şimdiye kadar onların kendi sinemalarını yapmalarına olanak tanınmadı. Tabi ki, ben bu alanda çaba harcamayı isterim. Kürt sineması ancak yenilerde bir kaç film ortaya çıkarabildi. Bu son derece üzücü. Şimdi ben ömrümün sonuna kadar Kürdistan’da yaşayıp, orada en azından 20-30 yeni sinemacı yetiştirmek isterim. Çünkü bizler kültür doluyuz, roman doluyuz, öykü doluyuz. Kürdistan’da her şey bakir bir şekilde bizi bekliyor. Sanatın bütün alanlarında, ister edebiyat olsun, ister sinema olsun, ister şiir olsun, ister müzik olsun, fark etmez, el değmemiştir, dokunulmamıştır. Benim bu hükümetlerden yana sitemim de budur. Türkiye’den bahsetmiyorum, İran bağlamında konuşuyorum. Bu fırsatlar Kürtlere daha önce tanınmış olsaydı, şimdi biz Kürtler ve Türkler ortaya çıkan bu çatışmalara tanık olmazdık. Ben bu fırsatları elde etmek için, bu fırsatların bize verilmesi için uğraşıyorum.

Az önce siyasi olmayan bir film çekmeyi arzuladığınızı söylemiştiniz. Aynı şekilde, Kürdistan dışında bir film çekmeyi de düşünüyor musunuz?
Elbette, hatta yeni bir film çektim Tahran’da. Dönüşte üzerinde çalışmaya devam edeceğim. Bir ay sonra da Tahran’da yeni bir filme başlayacağım. Öyküsü de hiç Kürtlerle ilgili değil. Ayrıca, birkaç büyük projem de var. Bir Amerikalı yıldız kadın oyuncunun başrolünde yer alacağı bir film. Yüzde 80’i İngilizce, yüzde 20’si Kürtçe olan bir proje. Ayrıca, Meksika’da Babil filminin senaristi Guillermo Arriaga’nın kurduğu yeni yapım şirketi aracılığıyla bir proje var. İki yıldır üzerinde çalıştığım ama bir türlü gerçekleştiremediğim bir projem daha var, o da İstanbul’da geçiyor. Başrolünde de sürgündeki ünlü İranlı yıldız Behruz Vusuki’yi oynatmak istiyorum.
Ben sadece Kürt sineması yapmak istemiyorum. Bu konuda bir bağnazlığım yok. Ben sadece istiyorum ki, sinema yapayım ve Kürt çocuklar, gençler gelsin ve sinemanın nasıl yapıldığını öğrensinler. Ben de onlara öğretmek isterim. Açıkçası, bu konuda bir tutuculuğum yok.
İran’da ve Türkiye’de ikinci dil Kürtçe’dir. Bana Kürtçe film yapma fırsatı verilmemiştir. Ama ben bu fırsatlardan yararlanarak İran’da yaşayan insanları Kürtçe ile tanıştırmak istiyorum. Örneğin, İran Türkleri görsün, Farslar görsün ve benim kültürümle tanışsın. İran özellikle farklı milliyetlerin olduğu bir ülke. Bu filmlerde, örneğin İran Türkleri de görünmeli. Bir kültürel alışveriş olmalı.
Bizim geçmişteki hatalarımızı bir kenara bırakmamız gerekir. Şimdi arkadaşlık, dostluk, yakınlık dönemi olduğuna inanıyorum. Türkler Kürtleri ya da Kürtler Türkleri öldürdüğünde gerçekten çok canım acıyor. Böyle can sıkıcı şeyler duymak istemiyorum. Şimdi konuşmak ve konuşarak çözüm bulma zamanı. Aksi takdirde toplum ilerlemez ki. Ne Kürtler ilerler, ne Türkiye. Aslında bu çatışma çok da aptalca bir şey. Birlikte ortak çalışmalar yapmalıyız, birlikte yürümeliyiz, birlikte arkadaşlık, dostluk etmeliyiz. Sadece, biraz daha fazla nefes almak için hava istiyoruz. Hepsi bu. Biraz nefes alabilmek de kimse için tehlike yaratmaz.

Elbette, aslına bakarsanız filmlerinizi sadece Kürtlerin sesi olarak değerlendirmek de doğru değil. Diğer bütün ezilen insanlara bir ses vermeye çalışıyorsunuz sanki: çocuklar, yaşlılar, sakatlar ve özellikle de kadınlar...
Farslar ile Kürtler ya da Türkler ile Kürtler arasındaki çatışmada gözden kaçan şeyin toplum olduğuna inanıyorum. Örneğin, ben Türk olarak Kürtlerle çatıştığımda bir siyasi parti görüyorum. Onlar 1,000 ya da en fazla 2,000-3,000 kişiler. Öte yandan, milyonlarca Kürt unutulmuş durumda. Ben kendimi yitik ya da harcanmış bir kuşaktan sayıyorum. Bu yüzden, İran’da genç kuşağın hakları verilsin diye mücadele ediyorum. En azından eğitim ve kültür bakanlıklarına sormak lazım, bu gençler için ne yaptınız diye?

Gerek Sarhoş Atlar Zamanı, gerekse Kaplumbağlar da Uçar da ana kahraman çocuklar. Bu da sanırım bununla bağlantılı, değil mi?
Belki de bunun en büyük nedeni kendi çocukluğumu yaşayamamdır. Sanırım çocukluk kompleksi yaşıyorum. Çocukluğum İran’da devrim zamanında geçti. Babam polisti ve sürekli tutuklanma korkusu yaşıyordu. Bu nedenle göç etmek zorunda kaldık. Bu koşullar altında hızla çocukluktan yetişkinliğe geçtim. Aslında biz Kürtler dünyaya geldiğimizde yetişkin sınıfına giriyoruz.

Sanki bütün bu koşullarda filmlerde sevgi ya da aşk konusu bir türlü gündeme gelemiyor. Örneğin, Anavatanımın Şarkıları’nda şarkı söylerken sesini duyduğu bir kadından hoşlanan ve ona olan yakınlığını ifade etmeye çalışan Barat, tutumu nedeniyle bir ilişki kurma fırsatını kaçırıyor. Aşk konusuna bakışınızı öğrenmek istiyorum.
Ben aşktan yana biriyim. Filmlerimde aşkın ulaşılmaz bir şey olarak görünmesinin nedeni şu olabilir: Aşk uzam ve süreç olarak bir dinginliğe gereksinim duyar. Ancak, bu koşullarda yaşanabilir. Şu anda 38 yaşındayım. Geriye dönüp baktığımda, bu yaşıma kadar hiçbir zaman sakin bir yerde yaşama şansına sahip olamadım. Ailemle buradan oraya göç edip, durduk. Hep savaş oldu. Benim karşı cinsle olan ilişkilerim de böyle oldu. Ne karım, ne çocuğum var. Evim nerede, onu da bilmiyorum. Bunu gerçekten söylüyorum...
Ben şu anda Tahran’da yaşıyorum ve kendi geleceğimi karanlık görüyorum. İki, üç yıl sonrasına ilişkin hiçbir planım yok. Bir kültür bakanı geliyor bütün filmlerimi yasaklıyor. Bir başkası geliyor, “Kürtçe film yapma” diyor. Film yapım sürecinde enerjimin büyük bölümü, izin almaya, bürokrasiyle mücadeleyle geçiyor. Bakanlık kapısında saatlerce beklediğim oluyor, sırf bakanı görüp izin konusunu aktarmak için. İşte bu nedenle de, yıllar geçtikçe saçlarım ağarıyor, filmlerim de kararıyor.
İran’da bu koşullar altında, belki de hiç çalışamayacağım. Yurdumu terk etmek istemiyorum, ama buna beni zorluyorlar. Nereye gidebilirim ki? Başka bir kültür tanımıyorum ki... Başka bir yerde daha derin bir film yapabileceğimi sanmıyorum. Ben kendi kültürümle var olabilirim. Ömrümün belki de yarısını geride bıraktım. Filmlerim belki sonsuza dek kalacak ama hepsi bu kadar...

Peki diyelim koşullar düzeldi. Ne yapmak istersiniz?
Koşullar düzeldiğinde muhtemelen sinemayı bırakırım (gülüşmeler)....

‘Gerçekçilik’ özellikle üzerinde durduğunuz bir konu. Gerçek mekanlarda çekim yapıyorsunuz, amatör oyuncularla çalışıyorsunuz, yazılı bir metne bağlı kalmadan doğaçlama çalışıyorsunuz... Öte yandan da, filmlerinde sanki gerçeküstü bir boyut var. İlginç kişilikler ve tuhaf durumlarla karşılaşıyoruz. Bu yoruma katılır mısınız?
Bence size öyle geliyor. Benim ülkemde öyle gerçek şeyler oluyor ki, bunların bir çoğu size hayal ürünü gibi gelebilir. Örneğin, Latin Amerikan edebiyatı büyülü gerçekçi bir yaklaşıma sahip. Ama onlar düpedüz kendi toplumlarının gerçeğini yansıtıyor. Başka bir kültür olarak değerlendiriyoruz biz bu yaklaşımı.
Örneğin, Japonlar benim bütün filmlerimi tamamen düş ürünü, kurmaca olarak algılıyorlar. İnanamıyorlar gördüklerine. Kürdistan’da, aralarında 100 km mesafe olan ve bir İran diğeri Irak’ta iki şehir arasında yolculuk yapabilmek için tam yedi ay beklediğimi duyduklarında inanamıyorlar. “Sen çılgınsın, delisin, böyle bir şey olamaz” diyorlar. Kaldı ki, ben orada varolan gerçekliği biraz daha silik yansıtıyorum. O gerçekliğe dayanabilmeniz için içine biraz da güldürü unsuru katıyorum.
Kürtler konusunda bir bağnazlığım, tutuculuğum olmadığını söylemiştim. Ama şunu da ekleyeyim, Kürtlerin yaşamına girip, derinden baktığınız zaman, ne kadar katlanılmaz bir acı içinde yaşadıklarını görürsünüz. Biz normal insanlar değiliz, bunu böyle kabul etmek gerekir. Benim babam, büyük babasının öyküsünü dinlemiş. Ona da kendi büyükbabası öyküler anlatmış. Hepsinin yaşamı savaş içinde geçmiş, göç içinde geçmiş, acılar içinde geçmiş. Hepsi de gerçek. Şimdi 2008 yılında ben çocuğuma ne anlatabilirim savaşlardan başka?
Tekrar Türk-Kürt meselesine dönmek zorundayım. Şimdi Türk devletine sormak isterim, bu savaşla ne elde etmeyi amaçlıyor. Türk devletinin daha yüce gönüllü davranıp, diyalog kapısını aralamak konusunda öncülük etmesi gerekiyor. Çünkü hiç kuşku yok ki, bu çatışma sürdükçe uzun vadede kaybeden Türkiye olur. Bu tutumdan bir an önce vazgeçilmesi gerekiyor.
Üç gecedir burada otelde kalıyorum. Televizyonda sürekli bu konu var. Cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı hepsi bunu konuşuyor. Oysa, bunların yerine, keşke televizyonda Türk ve Kürt kültürüyle ilgili bir şeyler yer alsaydı. Yeter artık! İnsanları boğuyorlar bu savaş haberleriyle. Televizyonda biraz da başka şeyler görebilsek. Ben Türklerin ne kadar yüce gönüllü olduğunu yakından biliyorum. Ama ne yazık ki, bunu bu konuda gösterebilecek bir irade şimdiye kadar ortaya çıkmadı. Sanırım giderek nasihat etmeye başladım (gülüşmeler). Umarım yanlış anlamazsınız.

Hayır, bunları yeniden hatırlatmaya gerçekten ihtiyaç var... Biraz da umut konusuna değinelim öyleyse. Filmlerinizi izlediğinde izleyici, sanki bir yumruk yemiş gibi oluyor. Bunda olayların yarattığı karamsar havanın da etkisi var. Ama bir taraftan da, az da olsa bir ümit ışığı kendini hissetiriyor. Sizin konumunuz nedir, geleceğe dair umutunuz var mı?
Ben aslında karamsar bir insanım. İçim ümitsizlikle dolu. Eğer filmlerimde gözünüze çarpan ümit kıvılcımları varsa, onlar da annemden, kızkardeşimden gelen şeylerdir, benden değil (gülüşmeler). İran’da film yapımcılığının içinde bulunduğu zor koşullardan dolayı. Sürekli stres altındayım, sürekli sinirliyim. Şöyle arkama yaslanıp, rahat rahat oturabildiğimi anımsamıyorum. Film yapım izni alabilme endişesi, yasaklanma endişesi. Çekim yapılacak mekanı gidince koşulları görüyorsun, toplumsal yoksulluğu görüyorsun, bunlar insanın bütün dinginliğini alıp götürüyor. Bu koşullar altında sürekli titriyorum. Filmlerim o yüzden biraz sinirli, öfkelidir. Ben, halkımın içinde yaşadığı koşullara benzer filmler yapıyorum. Kürtler de sık sık, ümitle ümitsizlik arasında gidip geliyorlar. Ama karamsarlığın ve ümitsizliğin ağır bastığını söyleyebiliriz. Gerçekten acılar içinde film yapıyorum. İran’da herkes sinema yapmanın zor olduğunu söylüyor. Ama Kürt filmi yapmaya kalkarsanız çok daha zor.


SİNEMA DİLİ ÜZERİNE

Biraz daha teknik konulara değinmek istiyorum. Sinemaya 35 mm ile başladınız, son filminizde (Yarım Ay) ise, dijital kameralardan yararlanıyorsunuz. Bu konudaki görüşünüz nedir? Çalışma rahatlığı açısından videoyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her ikisiyle de kendimi rahat hissediyorum. Aslında teknik konuları yeni öğrendiğimi söyleyebilirim. Videonun gerçekten güzel bir şey olduğunu yeni fark ediyorum. Birkaç ay önce Türkiye’de yeni bir kamera aldım, ‘Red 2K’ marka. Gerçekten kusursuz. Dijital teknoloji sayesinde film yapım yöntemim de sanki değişiyor. Sanıyorum videoyla giderek daha kolay hale gelecek bu iş.
Ancak, sinemaya yeni başlayanlara ilk filmlerini videoyla çekmemelerini öneririm. Zira, sürekli yeniden kayıt olanağı, insanı önceden hazırlık yapmamaya ya da tembelliğe alıştırabilir. Görüntü düzenlemesine yeterince özen gösterilmemesine yol açabilir. Zira yüzlerce kez çekim olanağı olduğu duygusu yaratabilir.
Ama bir kez bu deneyimi kazandıktan sonra, insan dijital teknolojinin olanaklarından da yararlanmalı. Ben 35 mm film çekmeye de devam ediyorum. Aslında teknik o kadar ilerledi ki, artık film görüntüsü ile dijital görüntüyü birbirinden ayırt edebilmek zorlaşıyor.
Görüntü düzenlemesine değinmişken, sizin alameti farikalarınızdan biri de, içinde kalabalıkların yer aldığı geniş plan çekimler. Amatör oyuncularla böylesi zor çekimleri nasıl gerçekleştiriyorsunuz? Önceden hazırlık yapıyor musunuz?
Hayır, hiçbir oyuncumla önceden hazırlık yaparak çalışmıyorum. Aslında çok da zor değil bu tür çekimler. Artık alıştım herhalde.

Oyuncu yönetimi konusunda özel bir formülünüz var mı? Amatör oyunculara yaklaşımınız nasıl?
18 yıl önce kısa film çekmeye başladığımda, bütçe kısıtlılıkları nedeniyle oyuncu olarak çevremdekilerden yararlanıyordum. Annemi, kardeşlerimi oynatıyordum. Evsahibinin çocuklarını oynatıyordum, evsahibi kirayı yükseltmesin diye (gülüşmeler)...
Uzun metraja başladığımda yeterli bütçeye sahip olmama karşın, yine amatör oyuncuları tercih ettim. Amatör oyuncularla farklı bir çalışma yöntemim var. Alışageldik biçimde, çekime başlamadan “motor” ya da “kamera” diye bağırmam. Kamerayı mekanda hırsız gibi dolaştırırım. Kendim de kameraya çok yaklaşmam. Kamerayı oyunculardan mümkün olduğunca uzak tutarım. Oyunculara asla diyalog vermem, çünkü diyalogu ezberlemeye kalkarlar ve bu da oyunculuklarını etkiler.
Örneğin oyuncunun düşünceli durması mı gerekiyor. Ona “hadi düşün” demem. Eğer öyle dersem, Al Pacino ya da Yılmaz Erdoğan gibi düşünceli düşünceli bakarlar. Bunun yerine bir matematik problemi sorarım: “125 çarpı 50 kaç?” diye. O bu soruya yanıtlamaya çalışırken de çekerim. Aslında çok doğal görünen sahnelerin gerisinde buna benzer hazırlıklar yatıyor.
Ayrıca oyuncularımı hep el üstünde tutarım. En güzel odayı onlara veririm, ilk yemeği onlar alır, arabayla bir yere gidilecekse önce onları gönderirim. Ve ne kadar sinirlenirsem sinirleneyim onlara asla bağırmam.

Filmlerinizin isimleri genellikle çok çarpıcı. İsim bulma süreci nasıl gelişiyor?
Filmler çocuklarım gibidir ve onlara isim bulurken tıpkı çocuklarıma isim koyar gibi düşünürüm. Bugün dünyada yılda 10,000’e yakın film üretiliyor. Bu filmlerin çoğunun isimleri ve konuları birbirine benzer. Bu nedenle filmlerimin isimlerinin farklı olmasına, kışkırtıcı olmasına çalışırım. İzleyici kimi zaman “bu isimle filmin ne ilgisi var” diye sorabiliyor. Ama eğer bu isim izleyiciyi iki dakika film üzerine düşündürtmeye itiyorsa, hafızanıza kazınmış demektir.

röp: ahmet gürata, taraf, 4 kasım ‘08

2 Kasım 2008 Pazar

la alegria | yasmin levy


yo bebo y bebo y bebo para olvidarte
yo duermo y duermo y duermo para no pensar
maldito mundo
vivir para pagar por el pecado de amarte
maldita tu
sueltame


te digo que vida no tengo
y es por tu culpa
las noches igual que los días
de soledad
oh dio mio
ayúdame para matar este amor
que está en mi corazón
bendito dio sálvame


solo caminando en el camino de este mundo
y no tengo más fuerza para luchar
pensaba que amarte fue el remedio del dolor
pero el dolor se hizo grande más y más
te dejo para siempre vida mia no te olvides
que soy hombre que existe para ti
y el cante de mi vida te regalo para siempre
hasta que llegue el día del morir
...