20 Aralık 2008 Cumartesi

küçük bosna'nın rüyaları | aida begiç'le söyleşi


Haritada kapladığı alan, Marmara Bölgesi’nden bile az... Nüfusu, Ankara’nınkinden hallice... Avrupa’nın ortasında, geçirdiği iyi-kötü sayısız tecrübeden sonra, cılız bir filiz ama güçlü bir kökle yeniden başını uzatıyor Bosna. Güneş gördüğü, su aldığı ölçüde meyve vereceğini daha önceden göstermiş olmanın verdiği rahatlıkla... II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük soykırıma sahne olan bu topraklar, şimdi yeniden hayata dönmenin örneklerini sergiliyor. Bunlardan biri de genç yönetmen Aida Begiç ve yönettiği ilk uzun metrajlı film; “Kar” (Snijeg). Film, Dayton Barış Anlaşması’ndan iki yıl sonrasına, 1997’ye götürüyor seyirciyi. Kocalarını ve yakınlarını savaşta kaybetmiş, küçük bir köyde yaşayan bir avuç kadın... Kimi umutlu, kimi sinirli, kimi hasta... Ama hepsinin elbirliğiyle yaptığı bir şey var; yol kenarında satmak üzere hazırladıkları reçeller. İçlerinden biri, genç Alma, kendiliğinden rehberleri olmuş kadınların. Eşini kaybeden ve pek de merhametli sayılamayacak kayınvalidesiyle yaşarken her işin altından kalkan Alma ile diğer kadınlar arasındaki ayrılık, köyü satın almak isteyen bir firmanın ortaya çıkışıyla başlıyor. Yaşadıkları ve ait oldukları yeri, daha iyi bir gelecek umuduyla terk edebilirler mi?

“Kar”ın, 61. Cannes Film Festivali’nden aldığı “Grand Prix of the Semaine de la critique programme” ödülü, Aida Begiç’in ilk başarısı değil. Saraybosna Sahne Sanatları Akademisi Yönetmenlik Bölümü’nü 2000’de bitiren Begiç’in mezuniyet filmi de başta Cannes olmak üzere pek çok festivale katılmıştı. Şimdiye dek reklâm filmleri ve müzik klipleri çeken Begiç, bir yandan da mezun olduğu okulda yönetmenlik dersleri veriyor. Öte yandan bir anne o; tam da Kar’ı çekmeye çalışırken doğan küçük kızı Mualla’nın ilk adımını atması, ilk sözlerini söylemesi heyecanını yaşıyor bu aralar. Bütün bunları yaparken başında taşıdığı örtü ise bambaşka bir imkân ve sorumluluk demek. Herkese, ama en çok da derslerine katılan kız öğrencilere, başörtülü hâlde de yönetmenlik yapılabileceğini göstermekten, yurtdışındaki sinema ortamlarında ise örtülü olmanın yalnızca İran yönetiminin dayattığı bir mecburiyet değil gönüllü bir tercih olduğunu anlatabilmekten mutluluk duyuyor. Biz de Aida Begiç’le, 14. Saraybosna Film Festivali sırasında tanışıp sohbet etme imkânı bulduk. Gelecek ay Türkiye’de gösterime girmesi planlanan “Kar”ı, öncesi ve sonrasıyla yönetmeninden dinledik.

Filmi yapmaya ne zaman karar verdiniz? Fikir nasıl ortaya çıktı?

5 sene önce ilk kez gündeme gelmişti. Aslında filmin görsel yönetmeni de olan eşim Faruk’la (Şabanoviç) şunu merak ediyorduk; bu toprakları bizim için diğerlerinden farklı ve vazgeçilmez kılan nedir? Ve sorunun cevabının “insanlar” olduğunu fark ettik. Bizi buraya bağlayan ve burayı vazgeçilmez yapan yine biz, bizim aramızdaki ilişkilerdi. Öte yandan burada ailelerini, kocalarını kaybetmiş kadınlar üzerinden insanlık adına güzel bir şey söyleyebilme isteğimiz vardı. Bu kadınlar nefret etmiyor, intikam isteğiyle yanıp tutuşmuyor. Bence bu, üzerinde konuşulmayı hak eden bir hikâye. Ayrıca politize edilmiş, sistematik harekete dönüşmüş bir durum da değil. Aslında kimse hatırlamak istemiyor, çünkü hatıralarıyla yaşayıp ne yapacaklarını bilemiyorlar. Hatırlamak çok acı verici, ağır, büyük bir problemdir. Karşı taraf için de öyle; birini öldürmüş insanlar için de bu hatıralar ağırdır. Ben bu kadınları ârâfta görüyorum: Sevdikleri, anıları ve ölümle, gelecekleri arasında duruyorlar. İki dünya arasında sıkışıp kalmışlar. Böyle bir hikâyeyi anlatmaya kalkışmak, yönetmen olarak benim için de büyük bir sınavdı. Bir de bu insanların, kaybettikleri kişilerle ilişkisi var. Yani işin bir de metafizik boyutu var ve bunu sorunsuz verebilmek çok önemliydi.

Karakter olarak kadınları, geride kalanları tercih etmenizin sebebi nedir?

Bence savaşın dehşetini savaş zamanında değil bugünlerde daha çok hissedebilirsiniz. Çünkü savaşın hasarı, mağduriyetleri şimdi ortaya çıkıyor. Film 1997’de geçiyor ama o günlerden bugünlere çok şey değişmedi. Hâlâ aynı sorunları, aynı umutsuzlukları, aynı acıların devamını görebilirsiniz. Çünkü bizim kavgamız bir sonuca ulaşmadı. Bir geleceğimiz olmamasının sebebi bu. Savaşın dehşet derecesini anlatabilmek için bombalara, silahlara ihtiyaç yok. Kadınlar, çocuklar, gençler, genel olarak insanlar üzerinde hâlâ süren etkilerini göstermek daha önemli. Filmdeki köyde annesiz babasız üç çocuk var. Bence onların hâlini göstermek, ailelerinin vurulduğu ânı göstermekten çok daha acı verici ve çok daha güçlü bir anlatım. Onların aileleri ve akrabaları olmaksızın hayatlarını nasıl devam ettirdiğini görmek, savaşın ne berbat bir şey olduğunu yeterince anlatır bana kalırsa. Bu insanların tavrıyla, onların mutsuzluğu, uğradıkları mezalimin izleriyle “Kar”, savaş karşıtı bir filmdir. Bugünlerde savaş suçluları yakalanıyor, hapsediliyor ama yaşananların yanında bu hiçbir şey değil. Ne acıları dindiriyor ne kayıpları geri getiriyor. Çok sorunumuz var, bu bir gerçek. Ama hâlâ korumaya devam ettiğimiz benzersiz bir şey var; hayata alan açabilmek, yolumuza devam etmeye çalışmak. Bu da anlattığımız hikâyeyi bu kadar önemli yapan şey.

Bu kadınlar aynı zamanda kaderlerine teslim olmuş, acılarıyla baş başa, aciz tipler değil. Bilakis sürekli bir üretim söz konusu. Reçel üretiliyor, kilim dokunuyor... Üretimin altını çizmek istemişsiniz anladığım kadarıyla. Bu köy ve belki Bosna için üretimi nasıl bir yere oturtuyorsunuz?

Bosna ve köy diye ayırmaya da gerek yok. Çünkü vereceğim cevap ikisi için de geçerli olacak. On yıl öncesinde ülkemizde büyük bir şey üretilmezdi. Bu köydeki kadınlar gibi mesela reçel yapılırdı. Bunlar gerçekten Bosna’ya özel eşsiz lezzetlerdir, bunu da belirtmeliyim, Türkiye’dekilere de benzemez (gülüyor). İnanıyorum ki bu tarz küçük üretimler yapmak ve bunları satmak gerçekten özel imkânlar vaad ediyor. Ama bunu yeterince değerlendirdiğimizden emin değilim. 1997’den bugüne şansımızı kaçırdık. Bundan sonra yakalayabilecek miyiz; onu da bilmiyorum. Filmdeki kadınlar da bunun mücadelesini veriyor. On yıl içinde yaptığımızdan daha fazlası yapılabilirdi gibi geliyor bana. Ve maalesef Bosna rüyasını gerçekleştirebilmek için daha çok çalışmamız gerekiyor.

Yaşlı kadının yaptığı kilimde, köyde kullanılan her şey kendine yer buluyor; bir eşarp parçası, bir elbisenin etek ucu… Ve onlar orada adetâ yeniden kullanıma, hayata dönüyor. Bu motifi ne düşünerek kullandınız?

Kilim, yaşlı kadın için bir şekilde bir yol, bir nehir. Aslında bir çeşit mucize onunki, metafizik âlemle bir bağlantı. Bir dünyadan öbür dünyaya geçmeyi simgeliyor. Bu noktada filmin fizik ve metafizik dünyası buluşuyor aslında. Yaşlı kadının kilimi dokurken kullandığı malzemeler, bu dünyaya ait somut malzemeler. Kilimde dokunarak metafizik âlemin birer parçası hâline geliyorlar. Yaşlı kadın içinse; kilimi tamamladığında hayatı sona erecek. Her şeyi karşı kıyıya geçirdikten sonra kendisi de geçecek. Kilimi tamamladığında onun da görevi sona eriyor ama arkasından kilimin görevi devam ettirilecek.

Peki, filmin çekimleri nasıl geçti? Sonuçta ilk uzun metrajınız ve sanırım çalışmalar sırasında hamileymişsiniz?

Evet, süper kadınım! (gülüyor) Bir yandan bebeğim olacaktı bir yandan da film doğacak bir bebek gibiydi. Zordu ama anne olmak da yönetmen olmak da çok keyifliydi. Çekimler 29 gün sürdü. Zor bir dönemdi, Ramazan’dı bir yandan. Çekim bölgesi hakkında pek bilgimiz yoktu. Filmde küçük bir çocuğun mayınlı alandan geçip ormanda kaybolduğu bir bölüm var. Bunu çekeceğimiz yerin, önceden mayınlı bölge olduğu söyleniyordu. Orada yaşayanlar artık mayın kalmadığını söylüyorlardı ama bizim aklımızda hep “Acaba mayın var mı?” endişesi vardı. Diğer taraftan Alma’yı oynayan Zana, köy hayatına da Alma karakterine de hayli uzak biriydi aslında. Yani odun kırma ve yemek yapmakta ben de başarılı değilim, yardımcı olamadım… Gerçekten Zana kısa zamanda bunları öğrendi. Ve Alma’nın dindar karakterini de gerçekten başarıyla yansıttı. Zana aslında İslam’ı iyi bilen ya da dindar biri değil. Fakat öyle başarılıydı ki çekimlere dışardan gelenler, Zana’yı gerçekten örtülü ve hep namaz kılan biri sanıyorlardı.

Örtü sadece Alma’nın başını örttüğü bir şey değil filmde. Başörtüsü tamamen Alma’yı simgeliyor.

Genel olarak örtü, bana kadının taşıdığı bir gizemle ilgiliymiş gibi geliyor. Başörtüsünün muhafaza ettiği bir şeyler var. Kimliğinin tamamlayan bir vakar katıyor kadına.

Köyün tek erkeği olan imam, kıldırdığı namazda neden Asr suresini okuyor?

Çünkü Asr suresi zamana dair temel şeyleri söylüyor. Bizim zaman içindeki konumumuza dair şeyler söylüyor ve hikâyenin metafizik temelini oluşturuyor. Ve bence çok temel bir sure, aslında İslam anlayışındaki her şeyden bahsediyor.

Sinema dilinizi nasıl kurdunuz? Çünkü metafizik öğelerden sıklıkla bahsediyorsunuz ve sinemayla bu metafizik düşüncenin ortaya konma biçimi konusundaki fikirlerinizi merak ediyorum.

Filmden hareket edecek olursak köyde yaşayan bütün o insanların hayatlarının içinde var zaten o metafizik öğeler. Ve bence bu üzerine konuşulacak bir şey değil, yani film bunu yapmamalı. Bunu gerçekliğin içine oturtmalı, olabildiğince doğal, gerçek hayatın içindeki hâliyle anlatmalı. Meselâ Alma tam da bunu gösteren kilit bir karakterdir. Ve bunu onun her hâlini seyrederken görebilirsiniz. Ben “Filmde realizm ve natüralizm arasındaki fark nedir?” diye düşünüyordum. Şunu söyleyebilirim ki karakterin ruhanî yanını gösterebilirsen o zaman natüralizme doğru yol almış oluyorsun. Ben de ana karakterimin ruhanî yanını ortaya koymaya çalışırken bunu yeni bir dille yapmak üzerine de eğilmiş oldum. Meselâ bunu suskunluğuyla yapmaya çalıştım. Diğer karakterler daha fazla iletişim kuruyor. Bir soru sorulsa normal olarak cevabını gösterirsin. Ama Alma’da bu yok meselâ. O zaman, cevap vermek yerine farklı yollarla onun tepkilerini, hislerini ortaya koymak gereği doğdu. Bunu müzikle, kamera açısıyla, başka yöntemlerle yapmaya çalıştık.

Bütün bunlar olup biterken eşiniz ne diyordu?

Bu meseleyi karı-koca olarak konuşmadık doğrusunu isterseniz. Ben yönetmendim, o da görüntü yönetmeniydi. Yaptığı işten çok memnunum. Ve doğrusu bu bizim için büyük bir şanstı. Çünkü özellikle bu tip bir çalışmada tümüyle güvendiğiniz, işi teslim edebileceğiniz biri olması ve o kişiyle kontak kurabilmeniz çok önemli. Ama setteyken kesinlikle ben onun karısı değildim, o benim kocam değildi.

İran sinemasında örneklerini gördüğümüz türden bir çalışma olmuş.

Evet, kayınpederim Erol da kurgusunu yaptı filmin. Tabi sırf İran sinemasında olan bir şey değil. Pek çok örneği var; kocası yönetmen, kendisi oyuncu... Çok da normal bir şey. Özellikle bizimki gibi küçük bir prodüksiyonda, uzun süre çalışabilecek insanlara ihtiyaç var. Ama doğrusu tam olarak karşılığını da ödeyebilecek durumda değildik. Bu şekilde ortak iş anlayışınız ve aranızda sevgi olan insanlar olunca pek başka bir alternatif de kalmıyor. Ya da en iyi alternatif bu oluyor diyelim.

Cannes’da seyircinin tepkisi nasıldı?

Gayet iyiydi. Bu küçük bir hikâye, Bosnalı bir hikâye. Bu kadar anlaşılabileceğini ummuyorduk ama gerçekten hikâyeden etkilenmişlerdi. Bazı seyirciler dedi ki; politik ya da tarihî arka planı çok anlamadık ama önemli değil, bu çok evrensel bir hikâye ve içimize dokundu.

Sizin yapmak istediğiniz de buydu zaten; değil mi?

Evet, herkesin anlamasa bile hissedebileceği bir hikâye anlatabilmek istemiştik. Cannes’da hem gösterimde hem sonrasında çok kalabalık bir kitleyle muhatap olduk. Türkiye’de de festivallere katılacağız, bunun için de ayrıca heyecanlıyım. Çok merak ediyorum nasıl tepkiler alacağız, ne yorumlar duyacağız, kimlerle tanışacağız? Gerçekten filmin uzun bir ömrü olmasını, mümkün olduğu kadar çok seyirciye ulaşmasını çok istiyorum.
röpt: elif tunca, mostar dergisi, ekim '08, sayı 44.
.

Hiç yorum yok: