20 Aralık 2008 Cumartesi

havf ve reca | kemal sayar


Modern çağda dindar insanın temel endişelerinden birisinin, dış dünyanın çekiciliği ile iç dünyanın hakîkatleri arasındaki gerilim olduğunu sanıyorum. İç dünya, değişmez bir hakîkatin ışığında erdemli bir hayatı rehber edinirken, dış dünya ona bunun pek de mümkün olmadığını fısıldamaktadır. Dinî hayatın mitolojisi kendinden vazgeçiş, karşılık beklemeden veriş ve özgecilik üzerine kurulur. Dünyaya meyletmek kınanır. İnsanın yeryüzü yolculuğunda solmayacak, batmayacak, değişmeyecek ve kendisini de aşan bir hakîkatin arayıcısı olması beklenir. İnsan, mekânı ve zamanı aşan bir ülkünün peşinde koşar. Öyle ki tüm geçmiş öyküler bugünün öyküsü olarak okunabilir, tüm kıssa ve meseller insanın değişmez hakîkatini bir tarafından anlatır. Bütün dinler insana erdemli olmayı öğütler. İhtiyacından fazlasını vermeyi, tamahkâr olmamayı, arzular üzerinde özdenetim kurmayı ve nihayet, çalmamayı, öldürmemeyi telkin eder. Peki, nasıl olur da kendisini dindar olarak tanımlayan insanlar, günün birinde nefsin iğvasına, maddî âlemin tuzaklarına kapılarak erdemli yaşayıştan vazgeçer? Kendisini dindar olarak tanımlayan bir insan nasıl yolsuzluk yapar, rüşvet alır, makam ve mansıp kullanarak kendisine ve yakınlarına imtiyaz sağlar?

Meşrûlaştırma veya rasyonalizasyon, hadi daha bildik bir deyimle ifade edelim, minareyi çalarken kılıfını hazırlama, insanın sıklıkla kullandığı bir savunma mekanizması. İnsan kendisini mutlak hakîkatin bir tecellisi olarak görmeye başladığında, hangi meşrepte olursa olsun, arzularına bir kılıf bulur. Madem ki hakîkat onda tecelli etmiştir, yaptığı her şey, söylediği her söz hakîkatin pırıltısından ibarettir. Hz. Peygamber, insanı “havf ve reca” yani korku ve ümit arasında bir varlık olarak tanımlamışken, “kesin inançlı” kişi kendisini korkudan münezzeh, tamamlanmış bir varlık olarak görmektedir. İşte tam da burada inançtan kötülüğe bir pencere açılmaktadır. Eğer Tanrı kelâmının içinizdeki yolculuğunu bitirdiği ve sizi takdis ettiği tarzında bir yanılsamaya dûçar olursanız, sözüm ona kutsal amacınız için bütün araçlar mubah olabilir. Bir şair bunu şu sözlerle ifade etmişti: “Dava için para kazanmaya giden arkadaşların hiçbiri eve dönmedi”. Oysa dindarlığı var eden şey, bizatihî insanın kendi nefsini ve edimlerini sürekli bir sorgulamaya tabi tutabilmesi, korku ve ümit arasında yaşadığı sürgit gerilimidir. Dünyanın gelip geçiciliğini, maddî olan her şeyin zevale doğru yol aldığını, hâsılı kelam faniliği ruhunun en ücra hücrelerinde hissetmeyen bir insan, kendisini nasıl dindar olarak tanımlayabilir? Güzelliği baş tacı etmeyen, insan ilişkisinde ve kâinatta her dem güzelliğin peşi sıra koşmayan, hayatı bir huşu ve haşyet duygusuyla taçlandırmayan kişi, bize dindarlığının alâmeti olarak neyi gösterebilir?

Dindar olduğunu söyleyen ve fakat ahlâkın yolundan sapan kimse, bana öyle geliyor ki, bir şüphe tarafından kemirilmektedir. Şüphelerin en yakıcısı, en azap vericisi ve bir kez insanı teslim aldığında, onun bütün kişiliğini değiştiren, “ruhu şeytana satan” şüphe: “Ya öte dünya yoksa. Ya benim dindarlığım boş bir vehimden ibaretse. Elimin altından kayıp giden bu dünya, bütün lezzetleriyle şimdi benim olamadığı gibi, hiçbir zaman olamayacaksa?”. Bu mânâda modernleşme, dünyevîleşmenin ta kendisidir. Dünyadan, sadece kendisi için, kendi arzularının tatmini için daha çoğunu istemek... Arzuyla savaşmakla itminan bulan bir iç dünyanın çölünden; ayartan, baştan çıkaran, arzuyu doyuran bir dış dünya serabına çıkış. Tanrı’nın olmadığı bir yerde sorumluluklardan kurtuluş. Aliya İzzetbegoviç’in Dostoyevski şerhiyle söylersek: “Tanrı yoksa insan da yoktur. İnsan yoksa sorumluluk yoktur. Sorumluluk yoksa suç da yoktur. Öyleyse Tanrı yoksa suç yoktur. Tanrı yoksa her şey mubahtır”.

Din, insanın kendi kusur ve kısıtlamalarıyla yüzleşebilmesi için bir imkân olarak da okunabilir. Kitap, “kendini sorgulayan nefs”i över. Kim ki inanmak yolunda kusursuz olduğunu düşünüyor, o ulûhiyet iddiasındadır. Kötülük, “yeryüzü tanrıları” eliyle yayılır. Kötülük, tanrılık taslayan kişide yuvalanır. O yüzden sufiler, “nefsi dininin elinde kar gibi erimeyen kişinin dini, nefsinin elinde kar gibi erir” demişlerdir.

mostar dergisi, kasım '08, sayı 45.
.

Hiç yorum yok: