21 Aralık 2008 Pazar

anlamdan ricat | mehlika toyga


"Anamın ne dediğini duymadım, zaten bir şey demez o, ağlar..."

Daha dün gibi aklınızdadır kimi zaman yaşadıklarınız ve dahi okuduklarınız. İyi bir yazı, sizi olayın kahramanlarından biri yapar, yaşadıklarınız bir anı olarak kalır belleğinizde. Geçmişinizde elinizden alınan parçaların başka hayatlarda yerine oturduğunu görürsünüz çoğu kez. Puzzle'ı andıran yaşamınız, darmadağın olmuş, her bir parçası bir dağın eteğinde kalmıştır. Kimisi rüzgârların nasibi olmuş, kimisi hala fark edilip, kurtarılmayı bekliyordur. İsmini hastalık koyduğunuz evreler, aslında bu parçaları arayışla geçen, harlı zaman aralıklarıdır. Bulunan her parça ile bütünlük artarken, asıl büyük parçanın yeri büyümektedir. Bu çırpınış rüyanın uykuyu terk etmesi ile bir gün mutlak açığa çıkacaktır. Yalnız burada rüyadan arta kalan boşluğa düşmemek önemlidir, yoksa bütün puzzle dağılabilir...
Arayışın hâkim olduğu ruhsal gerginlikler, uzletin çekim gücüne fazla meyyaldir. Uzleti hor görenlerimiz olsa da, o hal'e bürününce ancak içteki sese ulaşabilir insan, aksi halde dünyanın onulmaz gürültüsünde kaybolacaktır sadası...

Hastalar ve ışıklar, Rasim Özdenören'in çarpıcı öyküleri tarafından işgal edilen kitaplarından biri. İsminden çok fazla kopuk olmayan kitap, bu minval üzere ilerliyor. Yazar kitabında, ışık illüzyonistini andırıyor. Işığın kavramsal boyutundan şuh tasvirlerine doğru uzanırken, ışığı konuşturuyor ustaca. Özdenören'in öykü anlayışına indirgeyerek yaptığımız açıklamalar, aynı zamanda yazarın mizacına da ışık tutuyor. Biz yazıların, yazarlarının sûret-i ahval'i olduğunu biliyoruz çünkü. Kalemlerine değil, kalemi nasıl tuttuklarına bakarız. Ve bir öykü yazarı, kalemini fazlaca kendinden yana tutmalıdır...

Hastalık ve karanlığın aynı hizada durduğu öyküler, şifanın rahlesinde, ışığın rehberliğinde okunur burada. Harf bir nevi can'a gelmiş yankılar toplamıdır. Menşei tek bir sestir, etrafa yayılan akisleri ona bütünlük katmaktadır. Her öykünün satır başına bir ışık gösterisi oturtan Özdenören, kişilik bozukluklarını da ilginç bir şekilde konu ediyor bazı satırlarına. Öykünün içinden öyküler çıkarıyorsunuz adeta. Kitabın son öyküsü Kundak'a konu alınan gencin, aylarca kafasında dolandırdığı şehri yakma fikri, aslında bastırılmış bir yönünü ateşe vermekti. Onu yalın alevlerin arasından gür bir sada ile göğe taşıyabilmekti umudu ve başardı da bunu. Kendini işe yaramaz hisseden gencin gövdesinde bir kazınmışlık olarak duruyordu bu his. (Çoğu zaman es geçtiğimiz böylesi kişilik bozukluklarının kökünde, kopuk aile görüntüleri yatıyor.) Kendini, varlığını bir türlü hissedemeyen genç, garip bir hastalığın ağında çırpınıp dururken, etrafındaki her şey onu boheme doğru itiyordu... Söz'ü anlamıyor, sesini duyamıyor, gördüklerine inanmak istemiyor... Çok geçmeden karlı bir akşamda, tam bir zıtlığın gergefinde, çözülüyor dil. "Gel!" diye haykıran sesin karşı konulmazlığı gözünü karartıyor gencin. Yangın var! Nidaları acaba neyi gösteriyordu?...

Gerçekçiliği romanın birincil kıstaslarından kabul etmemize rağmen,“gerçekçilik“ öykü için de büyük ölçüde önem arz etmektedir. Dünyasını fazla ütopikleştiren bir yazar, okuyucuyu kitaba uzaktan baktırabilir. Öykü romanın neslini devam ettiren yazım türlerinden, fakat biraz daha fazla tiyatraldır. Öykü yazarını burada kukla oynatıcısına da benzetebiliriz. Kelimeleri, harfleri, tüm bakışların düştüğü sahnede, ustaca oynatmak onun parmakları ucundaki maharete bakmaktadır. Böyle bir ayrışımdan çok samimiyetle nitelendirirsek yazılanı, hakiki bir dostun hayat tecrübeleri diyebiliriz rahatlıkla bu kitaba...

Bir ışık yoğunluğundan bahsettik. Hastalıktan şifaya akan, bazen kuruyan, huzmeler nehrinde yüzüyor sözcükler. Ayağa takılan taşlar, hüzün dediğimiz hayatın acı suyunu karşılıyor öykülerde. Kelimeleri ışık nehrinde yüzdürmek her yiğidin harcı olmayan maharetlerden. Kalem sahibi nice insan, harfleri bir çırpıda boğabilir bu nehirde. Işığın gölgeler ile raksettiği, doğup öldüğü, çeşitli siluetlere büründüğü bir öykü düşünün. "Karanlık ve şifa" arası kurulan bir köprü...
Birkaç öykünün içine uzandığımızda, kapıldığımız sesler merakımızı galeyana getirip, dikkatimizi bir göz kırışmasında toplayabiliyor. Gölgenin değerini, güneşe göğüs gerebildiğinizde anlarsınız ancak. Islanmadan yüzme öğrenmeyi istemek kadar, acayiptir hayat. Hayatın yankılarını tek bir seste toplamaya çalışan Özdenören, harfe yüzme öğretmekle başlıyor işe.
Peki, nedir harfe yüzme öğretmek?

Umutları darmadağın, beyhude bir gencin saniye saniye içine dokunabilmek, okuyabilmek mi onu,
Güneş girmemiş evlerdeki gölge oyunlarını resmedebilmek mi?
"Rüyadan arta kalan bir boşluğu yoklamak mı parmaklarıyla",
Işığın çarkından dökülen şeritlerin, “...annelere haber taşıyan, aslında gammaz kuşlar gibi, her sabah, değişen gökyüzünün, eskimiş mağaraların, o mağaralarda yaşayan gulyabanilerin bitmez tükenmez haberler getirmesi mi?”,
Anlam'dan ricat mı?
Kan yağmurlarından bitme kan otları toplamak mı?
"Mani olunmuş adam'ların, kendini; durgun, içinde belirtilmeye değer herhangi bir olayın geçtiğini hatırlayamadığı, sönük ve gitgide sönükleşeceğe benzer yaşamasının bir yerinde -karanlıklarla dolu, güçsüz, sessiz, kıpırdamayan, ha var, ha yok bir yerinde- yaşamasına yeni bir nokta arama gereğini duyduğunda, o anlamsız, kan ter içindeki kalabalığın ortasında bulması mı?"
Uğultulu akşamlarda düş profilleri çizen, soğuk-ölü adamların, "akşam şeritleri tepenin diplerinden, yerden bitme korkunç sütunlar halinde karanlığın devrilmez, aman vermez destekleri gibi geceye uzanırken," yağmurun kıvrılan sesine dokunmaları mı?
"Ağzınızın bitmeyen bir ırmak olduğunu bilen var mı / bardaklar / kırmızı gömlekleriniz beyaz çoraplarınız kaburgalarınız hep sandalyelerin üstüne bıraktığınız geceler bir daha tutulamayan bir daha yenemeyeceğiniz geceleriniz / işte yaklaşıyorsunuz dudağınızda bir işaret lütfen diyen ağızlarınız / işte bardaklar konuşmalar öfke kahır işte masa örtüleri saatler ip darağacı kırlar alışverişler yıkılan krallıklar miş di seydi cek i cekidiyse çekmiş / odamı bir mumla aydınlattım kaçıyorum çünkü eşyayı yok bilmek azgın kollarından kurtulmak bir odacığa sığınmak batan son güneş ışığını orada seyretmek / yiğit bir duruşla oradan hep oradan oradan / erimiş maden akan oluklarından dokunulmaz kalmak / istiyorum" diyen bir haykırış mı?...
"Gökyüzü patlayacak kadar dolunca mıymıntı bir karanlıkla, -ölü baba ne demek anne?" diye soran çocuğun, karanlığı şimşek gibi sıyırıp geçen, boşluğun üstünden ve mumdan ışıkları şöyle bir kırpıştırarak uzaklaşan sesi mi?
Akşamın bakır renkli gölgesi küçük alanın çeperlerine yayılmışken, son çocuklar da dudaklarından son çığlıklarıyla evlerine göçerken, alana abanmış gölgeli bir akşamın içime akan özlemi mi?...

Ve bir gün hiç kimse yoktur, hiçbir şey devam etmemektedir...


*hastalar ve ışıklar, rasim özdenören, iz yayıncılık.

Hiç yorum yok: