4 Eylül 2008 Perşembe

kadın olup da içinde bir meryem taşımayan yoktur | sibel eraslan



Edebiyatın üç temel kaynağından biri olan “Din”, kutlu kişiler, onların mucizeleri, göçleri, sürgünleri, savaşları üstünden kadim zamanlardan beri işlenilegelmiştir. Bu doğrultuda dilden dile aktarılan halk hikayeleri, sergüzeştler, ağıtlar, övgüler yazılı edebiyatı da büyük oranda beslemiş, siyerler, siretler, mesneviler, ilahi-nameler, nat-ı şerifler… de bütün edebiyatları süslemiş, renklendirmiştir.
Ancak, öyle kutsal kişilikler var ki, gerek ait oldukları, gerekse eklemlendikleri ilahiyatlar ve edebiyatlar tarafından suskunlukla karşılanmışlardır. Hz. Meryem bunun en tipik örneklerindendir; kanonik dört İncil’den ikisi Hz. Meryem’den neredeyse hiç bahsetmezken, diger ikisi Hz. İsa’nın hikayesini temellendirmek için 20, 30 ayetle ona yer vermektedir. Kur’an da ise Hz. Meryem 34 ayette anılırken, İncil’deki karşılıklarına göre onu dışa iten değil, aksine içe çeken bir tutum gösterir. Yine de bu Kur’ani tutum, aynıyla İslami edebiyatlara yansımaz; Hz. Meryem, Kur’an’da adı hiç geçmeyen Züleyha’nın yarısı kadar bile İslami edebiyatlarda yer tutmaz.
Elbette edebiyattaki bu eksiklik teolojik dillerle, din psikolojisiyle ve siyasetle doğrudan ilişkilidir. Ancak, tüm bunların fevkinde Hz. Meryem’in Allah tarafından seçilmiş bir çiçek gibi yetiştirilmesi ve peygamber olarak seçilmiş babasız bir çocuğu doğurmaya yazgılanması verili dilin kolayca anlatabileceği şeylerden de değildir. Bunun için batı da doğu da Hz. Meryem’i anlatmada ve edebiyata aktarmada mütereddit davranmış; tıpkı Hz. Meryem’e buyurulan “susma” emrini, sanki edeben onun için izlemişlerdir. Oysa ki tüm bu nedenlerin, gerekçelerin ötesinde Hz. Meryem’in, kendisinden sonraki herkesin annesi olarak edebi planda yaşatılması gerekirdi.
Daha önce “Can Parçası Hz. Fatıma” adıyla, cennetin sultanlarından birini metne taşıyan Sibel Eraslan, şimdi de Hz. Meryem’in hikayesine sahip çıktı. Müslüman ve edebiyatçı bir kadın yazar olmasıyla Hz. Meryem’in hikayesinin de onun kalemine yakışacağı belliydi. Elest Yayınları arasından geçtiğimiz günlerde “Siret-i Meryem Cennet Kadınlarının Sultanı” adıyla çıkan yeni kitabını, yukarıda zikrettiğimiz hususlar çevresinde yazarıyla konuştuk:

-Edebiyatımızda, kutlu kişilerle ilgili çok sayıda mesneviler üretilmiştir. Yusuf ile Züleyha mesnevileri bunlardan biri. Ama Hz. Meryem söz konusu olunca edebiyatımızda garip bir suskunluk görülüyor. Siz, Hz. Meryem’i yazmakla bu suskunluğu gidermiş oldunuz; bu büyük bir sorumluluk da yüklemiş olmalı size; ne dersiniz?

-İnsan yere basarken emin olmak istiyor değil mi? Sözü yeryüzüne indirmek elbette kolay değil. Hele edebiyatın konusu kılmaya çalıştığınız kişi kutsal bir kadınsa, bu daha da zor. Geleneksel mesnevi hafızamız içinde bahsettiğiniz güzel örnekler var, Mevlidler, siyer-i nebiler, Yusuf ile Zuleyha, Leyla vü Mecnun gibi aşk klasikleri var, Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın yolculuğu veya Kerbela Maktelleri gibi hemen aklıma gelen şahikalar var. Ama dediğiniz gibi Hz.Meryem hakkında söz’ü bulabilmek çok kolay değil. Gökteki bir şimşeği tutmak gibi… Evet, çok zor Meryem’den söz etmek. Ama o hem insanlığın hem de kadınlığın içtikçe hayat bulacağı bir sonsuzluk çeşmesi. Hz. Meryem’in susma orucu üzerinden masumiyeti, bekareti ve yine suskunluğu üzerinden çağrısını çığıra dönüştürücü kişiliği de etkilidir belki bizim onu yeryüzüne söz üzerinden tam olarak indirememişliğimizde. Bu, Hz. Meryem’e dair bir sırdır da diyebiliriz. Sorumluluğum da onun hakikatinin sırrıyla ilgili şeylerin benden önce fazlaca yazılamamış olmasından kaynaklanıyor zaten.

-Sır, yani saklanmışı saklamak gibi mi?

-Evet. Allah’ın, adeta kendisine ayırdığı, kendine sakladığı kişiler, Hz. Meryem ve Hz. İsa. Olağanüstü hayatları var. “Saklanmışı saklamak”, aslında sizin elinizde de değil. Yani hiçbir edebiyatçının giremeyeceği odaları vardır Hz. Meryem’in. Mihrabında yedi kapı vardır mesela, yedinci kapı ki “sırr” kapısıdır, onu açabilecek kimse olduğunu düşünemiyorum. O hayatı boyunca iki kere sürgün yaşadı biri Mısır’a diğeri Şam’a; ama düşünüyorum da mihrabından hiç çıkmadı, hicabını hiç terk etmedi. Ya da hicab onu bırakmadı diyelim. Hz. Meryem’i söz üzerinden yeryüzüne indirebilmek çok da kolay değil. Örtüleri, perdeleri var. Hz. Meryem hakkında yazılmış pek çok telif eser olmalıydı oysa. Bu söz kuraklığının bir de politik sebepleri var. Uzun yıllar Hristiyan ve İslam dünyasının rekabet içerisinde olduğunu düşünürsek veya Haçlı seferlerindeki Meryem figürlerini hatırlayın, onun ismi ve sureti bir nevi Hristiyanlığın bayrağı olarak anlaşıldığından, Şark sanatçıları Hz. Meryem’i anlatmakta biraz çekinceli davranmış olabilirler. Ama biz daha rahat bir dönemdeyiz. Hz. Meryem üstünden bir çekişme yok günümüzde. İnsanların kutsallarına sırt çevirildiği zamanlardayız; kutsalından yalıtılmış seküler bir dünyada yaşadığımızdan Hz. Meryem aynı anda hem sahipsizdir hem de bütün insanlığındır. Bu dönem, Hz.Meryem’i yeniden düşünmek ve onu çağa yeniden çağırabilmek adına önemli bir imkandır.

-Siret-i Meryem’in “Girizgah”ında özetle, “gökten yere, suskudan dile aktardım; daha doğrusu aktarmak zorunda kaldım” diyorsunuz. Zorundalık neyi ifade ediyor; sizi “zorunda” kalarak yazmaya sevkeden şey neydi?

-Bana bu metni yazdıran Sevgili Efendimiz’in (sav) bir hadisidir. Hz. Meryem’i, Hz. Asiye’yi, Hz. Hatice’yi ve Hz. Fatıma’yı cennet kadınlarının efendisi olarak zikrettiği hadis… O sözünde bize bir işareti, bir hatırası, hatta vasiyeti var Efendimiz’in (sav) diye düşünüyorum. Ayrıca, Müslüman kadın olarak ben de bu tarihi ve dini kişilikleri tanımak, bilmek isterim. Siret-i Meryem, aslında Hikaye-i Meryem’dir, salt biyografisi değil kaleme aldığım şey. Ben bir defter yazdım diyorum. Hz. Meryem annemizle yaptığım iç yolculuklarımın notlarıdır Siret-i Meryem. Hz. Meryem sözkonusu olduğunda ben ancak seyyahların ayak tozlarını silen küçük bir hizmetkar olabilirim. Ayrıca, Meryem hangi politik, dinsel, hoyrat dışlanmaları yaşamışsa, bizler de günümüzde benzeri dışlanmaları yaşıyoruz. O bizim hem derdimizdir hem de çaremizdir; selametimiz ise onun sabrı, pes etmeyen aşkı ve direncinde gizlidir. Kuran Kerim’de 34 yerde bahsi geçiyor Hz. Meryem’in, Kanonik İnciller’deyse 19 yerde bahsedilmiş, bir de apograf İnciller var, Toma’ya, Barnabas’a ait olanlar mesela. Hepsini okudum. İkonalar, gravürler, minyatürler, Rönesans resimleri gibi görsel, mitolojik bilgi ve belgelere kadar; bilgiden rivayete, aytelerden masallara kadar her yeri ziyaret ettim Hz. Meryem için… 2006’da Can Parçası Hz. Fatıma’yı yazdıkta sonra, rotam Hz. Meryem’e dönmüştü zaten. Çünkü onlar polardır, bir kutup gibi sizi kendilerine çekerler. Hz. Fatıma ile Hz. Meryem birbirlerinin aks’i gibiydi zaten, yankısı gibi, doğu-batı koordinatı gibi…

-Ama onca doküman arasında dolaşmanıza rağmen sonuçta siz sizin Meryeminizi anlatıyorsunuz.

-Meryem, bir okyanustur. Kıyısına binbir çile ve meşakkatle varabildiysek hamd ederiz. Siret-i Meryem, o muhteşem okyanustan zavallı ve kederli maşrapamıza doldurabildiğimizdir. Kadın olup da içinde bir Meryem taşımayan yoktur zaten. Siret-i Meryem, evet benim nasibime düşendir. Kitap, dinsel atıfları içermekle birlikte dini bir kitap değil, ben bir edebiyatçıyım sonuçta.

-O zaman Hz. Meryem’in portresini oluştururken, kadın yazar olarak onunla empati kurma zo
runluluğunu da çokça hissetmiş olmalısınız. Kitabınızda o kadar yoğun duygusal cümleler var ki sanki empati kurulmadan onların yazılması mümkün değilmiş gibi…

-Hz. Meryem, bir insan, bir kadın, bir anne. Dolayısıyla benim onunla kurabileceğim bağlar ya da daha doğru şekliyle söylersek, ona ilmeklenebileceğim pek çok hayat uçları var. Ben Hz. Meryem’le sadece düşünsel-edebi anlamda bir empati içerisinde değilim, kulluk bilinci içerisinde olmaya gayret eden bir Müslüman olarak da kendime çok yakın bir kimlik olarak görüyorum Hz. Meryem’i. Her kız çocuğu doğduğu anda Hz. Meryem olmak, Hz. Fatıma olmak konusunda birer adaydır zaten.
Hz. Meryem belki oğlu gibi ölüleri diriltmedi, kör olan gözleri açmadı, ama o ne yaptı, hakikate karşı körleşmiş gözlere hakkı cesurca söyleyen bir kadın oldu. Kupkuru gönüllere, merhametten yoksun yüreklere, babasız bir çocuğa sahip çıkarak adeta yeniden dirilmeyi teklif olarak getirdi. Yani oğlunun yeryüzünde bedensel olarak yaptığı bütün mucizeleri Hz. Meryem Batıni olarak zaten yapmıştı. Hz. Meryem ana açıdır. Hz. İsa açı ortayı ise, o bu ortayı iki geniş koluyla kucaklayan ve ona sırtını dayayacak duvar olmuş kadındır.

-Meryem validemizi billur bir kase olarak tanımlıyor, billur bir kaseyi anlatır gibi de anlatıyorsunuz. Her bir sözcüğünüzü sanki onun kırılganlık hassasiyetine eş değerde seçiyorsunuz; seçilmişliğini pekiştiren sıfatlarla onu donatıyorsunuz. Bunun tam aksine, Hz. Meryem’in hikayesini anlatma görevini de yüklediğiniz Merzanguş’a ise eril nitelikler yüklüyorsunuz; ata biniyor, kavga ediyor, savunuyor, saldırıyor… Acaba burada Hz. Meryem’in kırılgan yapısını Merzanguş’un eril yapısıyla dengeleyerek iki kadından ideal bir kadın tipi oluşturmak mı istediniz?

-Hz. Meryemin siretine onun hikâyesine bir şekilde sızmam gerekiyordu. Hz. Meryem’in hikayesine ancak hayali bir kahraman olarak, defter yazıcısı bir kızın sureti üzerinden sızabilirdim. Oradaki Merzanguş benim aslında. Merzanguş bir denge unsuru değil, bir seyyah, yolcu, defter ehlidir, o kadar.

-Sibel Hanım, Hz. Meryem’in hikâyesinde çok geniş bir coğrafyada geziniyorsunuz. Hatta gidemediğniniz coğrafyadan da kimilerini Filistin’e ya da Mısır’a getiriyorsunuz. İbn-i Sirac’a kadar uzanan bir atıf düzleminiz var. Ama yine de kitabınızda Filistin çok özel bir yer işgal ediyor, Filistin’i zeytin gözlü bir kız çocuğuna benzetiyorsunuz; zeytinlere özel adlar verdirip Hanne’yi onlarla konuşturuyorsunuz. Bu Filistin’i anlatırken bizim şu an yangın yerimiz olan Filistin’imizi, oradaki kardeşlerimizin bağımsızlık, yurt ve vatan özlemini mi düşündünüz?

-Ben Mescid’i Aksanın bahçesinde büyümüş bir çocuğum; oranın kızıyım. Doğmadığım halde doğduğum, büyüdüğüm ve öldükten sonra da gömüleceğim yerdir Filistin. Kudüs, bizim aşk şalterimiz gibidir, elimizle tuttuğumuz şimşeğimiz, boynu bükülmez ırmağımız, sevda küheylanımızdır. Hiç tanımadığınız halde her baktığınızda iki gözünün arası öpülesi masum çocuktur Filistin. Filistin dendiğinde benim kalbim daha hızlı atıyor, kalbim kanıyor. Hz. Meryem çocuğuyla birlikte Filistin’den sürgün ediliyor mesela. Bu Filstinlilerin kaderi gibi. Hz. Zekeriya
ve Hz. Yahya şehit edilen Filistinlilerin pirleri. Ne yazık ki bugün dahi benzer şiddeti benzer sürgünleri görüyoruz. Bugün Filistinde yaşanan dramla Hz. Meryem ve Hz. İsa’nın yaşadıkları dramlar aslında biribirinden hiç kopmamış hikâyelerdir. Orada, Filistin’de aynı hikaye devam ediyor. Hz. Meryem, dünyadaki Filistin sorunu için, barış ismidir aslında; hem İslâm dünyasının, hem Yahudi dünyasının, hem de Hıristiyan dünyasının su içtiği bir kadındır; nehir gibi bir kadındır. Hz. Meryem sevgisi dünya barışı için yeni bir çıkış noktası olsun isterim.

-Bana daha çok Borges’çe düşüyorsunuz gibi geldi. Hani, “yazınıza siyaset katmaya çalışmayın, yazdığınız şey zaten siyasidir” diyordu ya Borges. Öykülerinizde de bu Borgesgil tutumu görmüştüm; yanılıyormuyum?

-Her yazı siyasidir. Kadın duyarlılığı olan kişilerin önemli bir cümlesidir: “Kendisi gibi olmak”. Kendisi olmak kadar muhalif bir cümle daha kurulamaz. “Apolitika, politakadır” deriz. Dertsiz, tasasız bir edebiyat algısına karşıyım. Edebiyat, estetik kaygı taşımakla birlikte, tezyinat işçiliği de değildir. Can Parçası Hz. Fatıma da Siret-i Meryem de bu anlamda edebî olduğu kadar meydan okuma anlamlarını da taşıyor. HZ. Fatıma’dan sonra Hz. Meryem’i okumak ve çalışmak, beni yepyeni hakikat vadilerine taşıdı. Kutsalın, politikalar üstü hakiki gücüne kulak vermeye başladım… Kutsalın nazarında politika, okyanusta bata çıka yüzen bir mandalina kabuğu hükmünde olabilir.

-Her şey insanda, insanlıkta toplanıyor. Meryem’in hamilelik belirtileri ortaya çıkınca nişanlısı hükmündeki Yusuf şüpheler içinde bir şeyler sorma ihtiyacı hissediyor, son derece bize ait, insani, yerli bir duyarlılıkla… Yukarıda empati derken bunları söylemeye çalışmıştım aslında; belki de bunlar empatiyi bile aşan şeylerdir. Peki, sizce Sibel Eraslan’ın dilini çözen şey neydi o halde?

-Çok emin değilim bunun ne olduğundan. Bazen kalbinizin ortadan ikiye yarıldığını hissediyorsunuz. Gözyaşlarıyla yazdım pek çok satırı. Kalbimin yeniden açılarak sükûn ettiğine tanık oldum. Yani ne kadar tanrısal seçkiyle arındırılmış olsalar da neticede insandır hepsi de. Bütünden kopmuş, ayrılığa düçar olmuş parçacıklar… Fakat Hz. Meryem’i bu kadar gerilimli bir kimlik olarak ortaya koyan şey de işte bu yer-gök bağlantısıdır. Hem tanrısal bir seçkinin konusudur, hem de yeryüzünde yaşayandır Hz. Meryem. Kur’an-ı Kerim’de “Ya leyteni” diyen tek kişidir; “Keşke” diyebilendir Hz. Meryem. İşte öyle büyük bir acı ve yapayalnızlık kuşatmıştır Meryem’i Beytüllehemde… O kayalıların arasında bir hurma ağacına sırtını dayar ve şiddetli sancılarla çocuğunu doğurur, yalnızdır ama bu yalnızlığı da aşmak zorundadır. “Keşke bu acıları yaşayacağıma, ölüp de unutulanlardan olsaydım” der. Neyle karşı karşıyadır o esnada, nasıl büyük bir dışlanmışlık, atılmışlık, damgalanmışlık var ki bunları söylüyor. Üstelik masumiyet kendisini savunamaz ki. Onu suçlayan suç iddiasını ispat etmek zorundadır. Hz. Meryem masum olduğu halde kendini savunmak zorunda bırakılmıştır; susturulması ve onu bir hayat biçimi olarak seçmesi de bu yüzdendir.

-Cennetin dört sultanı Meryem, Asiye, Hatice ve Fatıma validelerimiz… Siz Meryem ve Fatıma’yı yazdınız; Asiye ve Hatice validemizi sizden ne zaman okuyacağız?

-Allah, onların hakikatine çıkarsın yollarımızı. Bizler garip yolcularız. Onlarsa ıssız gecelerin karanlığında bize yol gösteren aziz yıldızlarımız. Sadece benim değil, hepimizin yol haritasıdır onlar… Nasip, diyelim mi? Ya Nasip!


röp: ömer lekesiz, yeni şafak kitap, 3 eylül '08

Hiç yorum yok: