6 Eylül 2008 Cumartesi

şiir yazmasaydım bir hayatım olmazdı | hüseyin atlansoy


O bir kaçak yolcu. Şiiri aramaya çıkan bir ‘Evliya Çelebi’. Kıyıda bir İntihar İlacı şairi. Muhalif bir duruşu ‘zenci’ bir sureti var. ‘Her zaman ve her yerde Kızılderili’.
Uzun yıllardır merkezden uzak mütevazı bir hayat sürüyor. Hüseyin Atlansoy’dan (44) bahsediyorum. 80 kuşağının en önemli şairlerinden olan Atlansoy’un 1983-2005 yılları arasında yazdığı şiirler, Hece Yayınları tarafından ‘Su Burcu’ adıyla bir kitapta toplandı. 2005’in son günlerinde okurla buluşan Su Burcu, Atlansoy’un ‘İntihar İlacı’ (1985), ‘Balkon Çıkmazında Efendilik Tarihi’ (1987), ‘Şehir Konuşmaları’ (1990); ‘İlk Sözler’ (ilk üç kitabın toplamı-1998); ‘Kaçak Yolcu’ (1998); ‘Karşılama Töreni’ (2005) adlı kitaplarıyla, çeşitli dergilerde yer alan kitaba girmemiş şiirlerinden oluşuyor. Son yirmi yılda Türkçenin güzel şiirlerinde imzasını gördüğümüz Atlansoy’la söyleşmek üzere Ali Çolak ve Can Bahadır Yüce’yle İstanbul’dan yola çıktığımızda kar yağıyordu. 4 saatlik bir yolculuktan sonra şairin öğretmenlik yaptığı Bilecik’in Bozüyük ilçesine vardık. Sobadan yayılan sahih sıcaklıkta çaylarımızı yudumlarken Atlansoy’la şiiri, aşkı, İstanbul’u, hüznü kısaca hayatı ve ölümü konuştuk.


Toplu şiirler’i yayınlamak için henüz erken değil mi?

Toplu şiirler için genç miyim? Aslında gencim; ama bu şöyle de görülebilir: İlk üç kitaba ‘İlk Sözler’ adını vermiştim. Hem şiirimin başlangıcını göstermesi açısından hem de bu sözlerin yeni olduğunu belirtmek için. Üstü kapalı bir iddiayı da saklıyordu o isim. ‘Bu yeni bir sestir, yeni bir nefestir buna dikkat edin’ ipucunu vermek için öyle bir başlangıç düşünmüştüm. Ondan sonra gelen ‘Kaçak Yolcu’ ve ‘Karşılama Töreni’ aslında ikinci bir blok. Bu ikinci blokla birinci bloku bir araya getirdikten sonra, üçüncü ve son bir adım düşünüyorum. Bu son adımın da ‘son sözler’ olacak bir özellik taşımasını istiyorum.


Kitaba neden ‘Su Burcu’ adını verdiniz?

Biraz Alaaddin Özdenören’e vefa borcu. Alaaddin Bey’in vefatından önce bir yazısında kısa bir değinisi vardı, Hüseyin Atlansoy’dan kendim için seçtiğim iki dize diye: “su burcuna esimli / dalgalı mavi kader çizgini”. ‘Kılıç ve Kadeh’ şiirindeki bu dizeleri kendisi için seçmiş. Doğrusu ben bundan etkilendim. Kitabın ismini ‘Su Burcu’ olarak düşündüm. Benim için ayrıca bir özelliği daha vardır bu ismin. Biz topraktan geliyoruz ve toprağa gidiyoruz. Ama gitmeden önce ve başlangıçta suyla bire bir ilintimiz var. Ona da işaret olsun diye bu ismi koymaktan çekinmedim.

Cahit Zarifoğlu, güncesinde ‘kendi şiirlerimi bir okuyucu gibi okurum’ der. Atlansoy, toplu şiirlere bir okur gözüyle bakabildi mi?

Kitap yayımlandıktan sonra baştan sona okudum ve “Aslında ben çok şiir yazmamışım” dedim, “tek bir şiir yazmışım”. Yazdığım bütün şiirler tek bir şiir olabilecek özellikte. Bu noktada ben şairlerin çok fazla şiirleri olduğuna inanmıyorum. Bir insanın hep aynı kızı sevmesi gibi şairlerin de sanıyorum tek bir şiirleri var.

Tek şiirden ne kastettiğinizi biraz açabilir misiniz?

Şair bir söz söyler. O sözün öncesinde sessizliği söyler, gücü yetiyorsa manasını söyler. Bunu bir imge huzmesi eşliğinde yapar. Simgelerden yararlanarak renkleri bezeme çalışması olarak kullanabilir. Diyelim ki, eğer bir canı var ise gökyüzü onun kanat çırpmasına yarar ancak.
Toplu şiirlerin ilk dizesi “Sabret gönlüm fırtınaya vakit var”. Kitabın son şiiri de “içimde başlayıp diner/nice tanımsız/fırtına ve rüzgar/öyle serseriyim ki/okyanusu geçtim kaldım kıyıda” dizeleriyle son buluyor. Yaklaşık 25 yıllık bir serüven ve ‘kıyı’da bir Hüseyin Atlansoy. Neler diyeceksiniz?
Darmadağın oluşluğa hazır bir zihnin, fırtınaya hazır bir şairin 25 yıl aradan sonra bir anlamda kıyıda kalmasının da kitabı ‘Su Burcu’. Okyanusu geçiyorsunuz ve kıyıda kalıyorsunuz.

Peki bu yolculuk nasıl geçti?

Bu yolculuk muhteşemdi. Belki doğruydu, belki yanlıştı; ama ben bu yolculuktan büyük keyif aldım. Hep yolda olmayı, bir yol üstünde bulunmayı ve bu yolu tamamlamayı seçtim diyebilirim.

Şiirlerinizde de yoğun bir yolculuk teması var. Bir kitabınızın adı da ‘Kaçak Yolcu’. Hüseyin Atlansoy, yol ve yolcu vurgusuyla ne söylüyor?

Belki iki şeyi birden söylüyor. Yol izleğini yol düşüncesini sanatın şiirin önemli bir yeri olarak görüyorum. Şöyle, genelde yolculukları yatay, çizgisel olarak düşünüyor insanlar; ama yolculuğun yatay özelliğinin dışında bir de dikey özelliği var. Bu dikey özelliği; Peygamberimiz’in Miraç hadisesinde yaşadıklarını örnek alarak, bundan beslenerek sanatta bir miracı gerçekleştirmek... Yolculuk bu şekilde de anlaşılabilir. Yatay bir genişleme değil, dikine doğru bir derinleşmeyi de bünyede taşımak önemlidir, diye düşünüyorum. Sanatta hem yatay düzlemin hem dikey düzlemin, ikisinin bir arada düşünülmesini önemli buluyorum.

Turan Karataş sizin için ‘bir şehir şairi’ diyor.

Doğru. Biz sonuç olarak şehirliyiz, ben şehirliyim. Söylediklerim, şehre ilişkin sözler. Şehir bir anlamda, bizim şiirimizde bezeme çalışmalarını yaparken söyleyeceklerimizi diyalog biçiminde aktarmamıza da imkan veren bir özelliğe sahip. Yani şehirde sizin konuşabileceğiniz, anlaşabileceğiniz insanla karşılaşma olasılığınız istatistik olarak bile daha fazladır. Çünkü biz medeniyeti de taşıyoruz. Bu medeniyet, şehir merkezli bir medeniyet.

Şehir imgesi en çok İstanbul ile giriyor şiirinize.

Önce kent merkezlerindeydim, daha sonra taşraya doğru giden bir serüvenim oldu. Şu anda da taşradan kent merkezlerine doğru giden ikinci bir serüven yaşıyorum. Birisinde merkezden çevreye, diğerinde çevreden merkeze doğru gidiyorsunuz. Tabii bu ikisinin farklı özellikleri şiirlerde de gözüktü. Kimi şiirler merkezden çevreye yayılan renklerle bezendi, kimi şiirler ise çevreden merkeze doğru giden renklerle...
İstanbul, şiirinizde daha çok hüzün ve acıyla birlikte yer alıyor. Bu arada İstanbul’dan uzun yıllardır uzaktasınız.
İstanbul’u özlüyorum. İstanbul’u dışarıda yaşamak biraz acı verici. Bir özlemi sürekli büyütüyorsunuz. İstanbul’un öyle uzakta olması hoş bir dalga huzuru da vermiyor değil. Acı ve hüzne gelince; biz taşradan İstanbul’a geldik. İstanbul’un bir vurdumduymazlığı vardır, sizi anlamamakta direnir. Belki kendi açısından haklıdır. Ama siz daha çok haklısınız. İstanbul’u İstanbul yapan ana etken sizin kalbinizdedir. Dolayısıyla İstanbul’un size verdiği acı, hüzün sizi daha çok etkiler. İstanbul’u İstanbul yapan ana ruh sizdedir; ama İstanbul sizi terslemektedir, umursamamaktadır. Bu sizi tabii ki üzer.

Toplu şiirlere baktığımızda zamanla şiirinizin sesinin yumuşadığını, daha içimize seslenir olduğunu görüyoruz. Özellikle ölüme ve aşka bakışınız farklılaşıyor.

Ölüme yaklaştıkça ciddiyet artıyor. Başlangıçta ölebilen tek canlının insan olduğunu bilmezsiniz. Diğer canlılar ölmezler ama insan ölür. Bu bilgiye sahip olduğunuz anda bunun verilecek hesabı vardır. Ölümün ağırlığını hissedersiniz ve gardınız düşer. Şair bir cehennemi yaşar ve birtakım eserler ortaya koyar. Koyduğu eserler ve şiirinin biçimsel özellikleri kendisi için bir araf niteliği taşır. O araf aracılığıyla bir cennete ulaşabiliyorsa ölümü çok daha ciddi bir şekilde düşünmeye başlar.

Yine şiirlerinize baktığımızda görüyoruz ki Atlansoy her dönemde ‘zenci’ ve ‘her yerde Kızılderili’.

Ben bunu bir şiirde dört ana başlığa indirmiştim. Zenci suret, şehit söz, darasız ses, son sükut. Yani bu bir anlamda bizim de genel niteliklerimizi veren ya da günümüzde insan olmanın özelliklerini veren dört ana yol idi. Biz zenci bir surete sahibiz, şehit bir söze namzediz, son sükut bizim derinliğimizdir. Darası alınamayacak bir sesimiz vardır. Bu dört seyreltme, yoğunlaştırma aslında bütün bir serüveni de açıklayacak özellikte. ‘İntihar İlacı’nda beni de hırpalayan müthiş bir atmosfer vardır. Benim en çok sevdiğim kitap olan ‘Balkon Çıkmazında Efendilik Tarihi’ -çok gariban kalmış bir kitaptır bu yüzden çok severim- direnmeyi gösteren bir kitaptır. ‘Şehir Konuşmaları’nı tekrar sükuna ermek için atılmış bir adım olarak görüyorum. ‘Kaçak Yolcu’ ve

‘Karşılama Töreni’, kendinden emin olmanın rahatlığı içindedir.

Hüseyin Atlansoy ortada gözükmemeyi tercih etmiş bir şair. Ne gazetelerde ne TV ekranlarında ne de şiir gecelerinde sizi görebiliyoruz. Atlansoy nasıl bir hayat yaşıyor?

Artistik bir hayatım yok. Kendimi denetleyemediğim gösteri anları dışında çok sakin bir hayatım var. Şairlerin bir özelliği vardır; ne yapsalar, ne etseler bir türlü görülmekten kurtulamazlar. Belki bu medyada, televizyon ekranlarında olmaz; ama yaşadıkları ortam neresiyse insanlar onu görüyorlar. Bu görüntü zaten ona bir şekilde acı vermektedir. Ben de bunun medyatik kısmından uzak kalayım istedim. Medya ortalamaya ilişkindir. Niye ortalamaya razı olalım ki?

Şiirde ‘ironi’den hiç vazgeçemiyorsunuz?

İroni keyiflidir. Şu anlamda keyiflidir. Zeki fakat aynı zamanda egemen güçler tarafından ezik kalmaya mahkum edilmiş kişilerin elinde güçlü bir silahtır ironi. Bunu kullanabilmek, dozunda tutabilmek çok önemlidir. İroni bir eseri uçurabilir. Sıkı kanat sesleri çıkarmasına neden olabilir. Bu yüzden ironiden altı yedi yıl kadar uzak durdum. Bu kararımdan iki yıldır vazgeçmiş bulunuyorum.

Mesleğiniz gereği yıllardır taşradasınız. Taşra, şiirinizi nasıl besledi?

Birkaç taşra var, birkaç da şehir var. Şehir ve kenti birbirinden ayırarak düşünmek lazım. Yaşadığım yerlerden bir kısmı Batılı anlamda kentlerdi. Yani ilişki biçimleri açısından Batılı özellikler gösteren kentlerdi. Kimileri ise şehirdi. İstanbul bir şehirdi, Tokat bir şehirdi, Eskişehir daha çok kentti. Taşra noktasında düşündüğümüzde de Tokat’ın taşrası ile Bilecik’in taşrası birbirinden farklı özellikler gösteriyordu. Buralarda ortak olan bir nokta vardı: Sözün hâlâ değerli olması, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde sözü merkeze alan bir yaklaşım içinde bulunmaları. Bu benim için çok önemliydi. Doğrusunu söylemek gerekirse benim için su yatağı oluşumu gibi bir şey oldu. Bir akış için bana imkânlar hazırladı.

Mezkezdeki edebiyat tartışmalarını izleyebildiniz mi?

Bir dönem yaklaşık 5 yıl dergi ve gazete takip etmedim. Bana çok anlamlı gözükmedi. Fakat yedi sekiz yıldır epey bir ümitliyim. Türk şiiri, Türk edebiyatı iyi bir noktaya gidebilir. Ama bir metal yorgunluğu göstermezse. Bu metal yorgunluğu şudur: Uçaklar uçuşa çıkarmış, dışarıdan bakıldığında bir arıza yok; ama uçuştan kısa bir süre sonra düşermiş. Uçmaktan dolayı gelen bir yorgunluk oluşurmuş. Böyle bir yorgunluğa girme tehlikesi olabilir. Türk şiirinin bu tehlikeyi de atlatabileceğini düşünüyorum.

Son dönemde edebiyat dergilerinde yer alan “Şiir ölüyor mu, şiir geri mi çekiliyor?” tarzı soruşturmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Gerçekten Türk şiiri endişe duyulacak bir durumda mı?

Türk şiiri endişe duyulacak durumda değil, tam tersine çok sıkı donanım içinde. Ve doğrusunu söylemek gerekirse ben şairlerimizi tutuyorum. Şairlerimiz iyidir. Kimisi şairliklerinin vazgeçilmez bir unsuru olarak kendilerini hakan veya çar gibi görebilirler. Ama şiirimiz iyi yolda.

Son dönemde çok tartışılan “80 şiiri” konusunda ne düşünüyorsunuz? Tartışmalara ilişkin ne söylersiniz?

80 şiirinin şiirimizde iyi bir damarı temsil ettiğine inanıyorum. Şiirimize bir açılım imkanı sağladı. O dönemden sıkı ve iyi şairler çıktı diyebiliriz; Necat Çavuş, İhsan Deniz, Mehmet Ocaktan, Haydar Ergülen, Seyhan Erözçelik, Adnan Özer, Osman Konuk, Osman Hakan. Bu kötü bir fotoğraf değildir. Bu dönemselleştirmeler ne kadar doğru bilmiyorum; ama 80 şiiri, şiirin kendi ölçütleri içinde değerlendirilebilmesinin, tekrar edebiyatın ve sanatın ölçütleriyle ele alınmasının önemli bir durağıdır.

Bir yazınızda “Ben şiirden kaçıyorum, öyle uzaklaşıyorum ki şiir beni kaçtığım ilk lahzanın sferinde yakalıyor.” diyorsunuz. Şiir tarafından ihmal edildiğiniz anlar olmadı mı?

Kimi şairler şiirlerini bitirdiğinde keyiflenirler. Bu iyi bir şeydir. Ama şiir benim için belirli bir ölüm özelliği gösterir. Bir şiiri noktaladığımda ben tükeniyorum. Bu tükeniş de bana acı veriyor. Ama bu kaçışların hemen her defasında yakalanıyorum. Şiir yazmaya başladığım ilk beş yıl boyunca şair olduğumun farkında değildim. Hep şiirden kaçmak isterdim. Yazamayabilseydim yazmazdım; yazmaktan kaçamadım. Küpün iyisi aslında sızdırmayanıdır. Biz sızdırmama özelliğini gösteremedik.

Peki şiir yazmasaydınız ne olurdu?

Çok kötü olurdu. Bir hayatım olmazdı sanıyorum. Ben anların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ve bu şiir anları çok damıtılmış anlardır. Bunları yaşamamak benim için -acı vermesine rağmen- hayatımın alabildiğine anlamsız bir noktaya kaymasını getirebilirdi. O zaman kendime ve başkalarına zarar verebilirdim. Şiir benim için hem sığınak oldu, hem sağanak oldu diyebilirim.

Şiirinizi besleyen kaynaklardan bahsetsek…

Ben güzel bir çocukluk geçirdim. İlk dokuz yılım Mihalıççık’ta geçti. Daha sonra Eskişehir’e geldiğimde çok canlı bir edebiyat ortamı vardı. Altıncı sınıftan itibaren yaklaşık bir altı-yedi sene çok yoğun ve sıkı okudum. Ahmet Kot’un kütüphanesi emrimdeydi. Burada bir kütüphane devirdiğimi hatırlıyorum. Alberto Moravia’dan Kemal Tahir’e, Şeyh Galip’ten Sezai Karakoç’a kadar çok ciddi bir beslenme içindeydim. Hem Doğu hem Batı klasiklerini bu dönemde okudum. Eskişehir’deki çevre benim için büyük bir avantaj oldu. Bu dönemde Atasoy Müftüoğlu’nu, Sezai Karakoç’u, İsmet Özel’i, Ebubekir Eroğlu’nu keşfettim. Daha orta ikinci sınıftayken, 1984’te ilk romanımı çıkarmayı düşünürdüm. Fakat şiir oldu, iyi ki de şiir olmuş.

Daha sonra İstanbul’a geldiniz...

Önce 1979’da geldim. Bu dönemde çevrem edebiyatın içindeydi. 82’de gelişim, Yönelişler dergisine denk düştü. Yazdığım ilk şiir ‘Batıda Kan Var’ yayınlandı. İlk üç şiir çıktıktan sonra ‘Tamam artık ben artık yazmayayım, yazmadan da daha iyi bir şekilde yaşayabilirim’ dedim. Fakat ilk üç şiirden sonra şiirden kaçamadım.

Şiirinizde yoğun bir aşk ve lirizm var.

Ben bunun farkında değildim, İhsan Deniz söyledi. İlk kitabım ‘İntihar İlacı’ çıktığında bu kitabın atmosferi dışında bir şiir vardı, ‘Yağmurlu Prenses’ diye. Ben de o damarı kazmaya devam ettim.

Hüseyin Atlansoy nasıl anılmak ister?


Eğer anılacaksam, kalbimle anılmak isterim. Ve sıkı bir şair olarak anılmak isterim.

röp: murat tokay, kitapzamanı, 2 mart '06

Hiç yorum yok: