6 Eylül 2008 Cumartesi

gömleğimize değen berrak bir türkü gibi | sadık yalsızuçanlar


80’lerin ilk yarısında patlak veren, ‘şiir-hakikat’ tartışması ve sonrası da gösterir ki, modern Türk şiirinin İkinci Yeni’den sonra (ayrı, gürül gürül bir damar olarak Necip Fazıl-Sezai Karakoç-Cahit Zarifoğlu şiir ırmağını kısmen ayırırsak) taçlandığı ve sonrasında bir gerileyişe, bir çözülme ve güçsüzleşmeye, bir irtifa ve derinlik kaybına uğramasından önceki son büyük hamlesi 80 kuşağıyla gerçekleşmiştir. Bu sürecin Lale Müldür, Ahmet Güntan, Arif Ay, Haydar Ergülen, Hüseyin Atlansoy gibi adları arasında, Sessiz Redifler’le gönlümüzde taht kuran Cafer Turaç’ın da önemli bir yeri vardır. Turaç’ın şiiri, hem geleneksel sesi taşıması hem de modern yaşamın kaosunu derinden derine eleştirerek, bir iç huzuru, manevi-inisiyatik bir öğretinin sükûnetini, irfani bir rüzgârın bir çöle ve yangın yerine çevrilmiş olan modern zamanlara bağışladığı imkanları bünyesinde taşıması bakımından dikkate değerdir. O, hem bizim gençlik heyecanlarımızın ağırbaşlı, sessiz ve mütevazı bir taşıyıcısı, hem de ‘zarif efendi’mizin şairidir. Nihayet Cafer Turaç, bu ayrılığa bir son verdi ve İz Yayıncılık marifetiyle bütün şiirleriyle buluşturdu bizi. Kitabı elime alır almaz doğruca iki şiire koştum: ‘Mutsuzun biriyim işte…’ diye başlayan, aramıza bir değirmen gülü sokan’ şiire… Ona küskünüm diyemedim, zira Cafer Turaç’ın bize anlattıkları ve onları taşıyan kelimeler, varlık(ımız)la bizi barıştırıyor. Cafer Turaç’ın şiiri, son yıllarda bir türlü yazılamayan o yüksek sesle okunabilen bir şiir aynı zamanda. Onu okurken hem, Yaşar Kurt’un, ‘uzun uzun anlatamam her şeyi/böyle olsun istemedim ben de…’ diyen ve çello ile kalbimizin en mahrem hatıralarına dokunan ezgisini dinlemiş gibi olursunuz hem de, Yusuf’un Babası Yakub’un körlüğünün sırlarına muttali olursunuz. Bu, İbn Arabî’nin beyan buyurduğu üzre, ‘bir tuzak ve sınav yolculuğu’dur. Belki de bu acıyla Cafer Turaç, ‘mutsuzun biriyim işte, efendim, efendim zarif efendim’ diye başlar. İbn Arabi, hakiki şiirin Yusuf’tan (as) alındığını söyler. Yusuf Peygamber, aşk gezegeni olan Venüs’te mukimdir. Şiirin hası oradan gelir. Yusuf kıssasının sırları açıldıkça, şiirin, Cafer Turaç şiirinin gizemi de bize bir ayna gibi kendi anılarımızı ve acılarımızı göstermeye başlar: “Her şey dağılıyor, seninle şimdi/ah! künhüne vardığım sırlarım bitti/yüzünle sınandım, senin yüzünle/yalnız tasan kaldı bana, hafifliğinden/bir su kenarında akan gözlerim/ayrılık topluyor dudaklarından.”

İbn Arabi, bu ‘sınav ve tuzak yolculuğu’nu anlatırken şöyle der: “Allah bir kuluna ikramda bulunduğu zaman, onu kulluğunda yolculuğa çıkarır. Rububiyet süsünü ancak kulluk makamına erişenlere giydirir.” Bu, şiirsel bir yolculuktur. Hölderlin’in dediği gibi, ‘insanoğlu yeryüzünde şairane oturur.’ Beşer değil, insandır yeryüzünde şairane ikamet eden. Bu yetkinlik düzeyine ulaşanın başı ‘bela’dan hâli kalamaz. Bu sırdandır ki şairler ve azizler, derdi derman bilmişler, ‘bela-yı aşk ile kıl aşina beni’ diye yakarmışlardır. Kimse bu düzeyde izzet ve rahatı tekmil edemez, edememiştir. Belki de bunun en şiddetlisine maruz kalanlar şairlerdir. Turaç’ın dizeleri, hangi teessürlerden, hangi düşüncelerden, hangi ateşleyici ve hareketlendirici imajlardan yola çıkarsa çıksın, hep bu kozmik yolculuğu anlatır: “her şey seninle şimdi, karanlık kışla /gömleğime değen berrak bir türkü/ al al götür beni akşamlarına /gideceğim adres yeni değil ki/oralarda sevi, birkaç menekşe” Yakub yani akıl ayrılığın acısıyla döktüğü gözyaşlarından kör olur; çünkü göz görme yeteneğini yitirmemiş olsa da, koyu karanlıklar görülecek nesneleri perdeleyince göz sahibi kör olmuş demektir. Eğer göz var olursa karanlığı görür. Ayrılık acısı ateştir, ateş ışıtır ve ‘gözlerine boz geldi’ denilmiştir, beyazlık ifadesi kullanılmıştır.
Sonra Yusuf satılır, köleleşir, yani başkasının malı haline gelir ve külli nefisten ibaret olan kadına, ‘ona değer ver ve güzel bak’ denilir. Değer’in anlamı, ona kendisini bahşetmesidir. Yusuf’un benliği doğal bağlardan arınmıştır. Bu yüzden görenler, ‘bu bir beşer değil, melektir’ derler. Yusuf zindana düşer. Bu, Hakk’ın gayretindendir. Külli nefs, onu heykelinin zindanına hapseder. O da durmaksızın kendi sırrı kapsamında efendisine kulluğu adına yalvarır. Sonunda külli nefs, isteyenin kendisi olduğunu, onun böylesi bir arzu duymadığını itiraf eder.

Sonra baba konumundaki aklın bulunduğu yerde kuraklık baş gösterir. Oğlunun şehrinde bolluk olduğunu duyar. Kör olduğu için oğlunun orada olduğunu bilmemektedir. “derler ki imlası kırık kaderin /içinden geçermiş ferhatın kahrı/ya ben sana nasıl gelirim şirin/bulutun içinden rüzgâr sesinden/ya ben sana nasıl gelirim ferhat/ kalbimdeki ırmak sakinliğinden” dizeleri bize bu gelişin, göremeyişin ve nihayet kavuşmanın çağrışımlarını taşıyabilir. Yakub’un kokuyu alması ve gömleği yüzüne sürmesi, aklın, arınmış nefsin izzetiyle onurlanmasıdır.

Gerçek şiirin Yusuf’un katından indiğinin ışıltılı bir belirtisi, Cafer Turaç’ın şiiridir. Bu şiir, bize değer bir Yusuf gömleği, bir Yusuf kokusudur.

*sessiz redifler, cafer turaç, iz yayınları

Hiç yorum yok: