15 Kasım 2009 Pazar

güvenli bir sığınak: hülya şekerci | yıldız ramazanoğlu


Onu tanıdığımda İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesinde Sosyoloji bölümünü bitirmiş ve İslam Felsefesi alanında yüksek lisansa başlamıştı. Bu arada 28 Şubat sürecinin yarattığı baskı atmosferinin en şiddetle hissedildiği zamanlardı. İnsanlar sınıflandırılıyor ve ağır hak ihlalleri yaşanıyordu. Hakkın hukukun takipçisi olması gereken kurumlar birer birer kapanır ya da kendi kendilerini feshederken 1999’da Özgür–der kuruldu. On yıl önce kurulmuş ve epeyce deneyim kazanmış olan, birçok aşamasında yer aldığım Mazlumder’in kardeş kuruluşudur benim için. Hülya bir yol ayrımındaydı. Ya kişisel kariyerine devam edecek ya da büyük bir teveccühle adı üzerinde ittifak eden derneğin kurucu başkanlık teklifini kabul edecekti.

Zaman ne de çabuk geçmiş. Haksöz dergisinin Ekim 2009 sayısında bir cümleyle Hülya Şekerci’nin görevini yine çok değerli bir başka fikir ve eylem adamına, Rıdvan Kaya’ya devrettiğini okuyunca yüzlerce kare geçti gözümün önünden.

Beyazıt, Taksim, Saraçhane, Konsolosluk eylemleri; Filistinlilerin, Kürtlerin, başörtülülerin, F-tipi’ni protesto edenlerin, ölmeye yatanların, işgallere uğrayanların, işçilerin, emekçilerin, yok sayılanların yanında; işgalcilerin, darbecilerin, zalimlerin karşısında elinde megafonla sesi kısılıncaya kadar haykırarak, basın toplantıları düzenleyerek, bildiriler yazarak geçen bir on yıl.

Genç bir kızın, üç çocuk annesi genç bir kadına dönüşürken, bir yandan da herkesin güvenini kazanarak, “özüyle sözüyle işte insan!” dedirterek meydanlarda büyümesi.

Özgür-der benim için de her zaman önemli bir sığınak olmuştur. İstanbul’a taşınmamızdan itibaren karşılaştığım, dine yaslanan kurumlar arasında seçkin yeri olan, kadınlara medeni bir şekilde davranan, yol arkadaşı olarak eşitlikle ve dostça muamele eden emsalsiz bir örgütlenme olarak daima özel bir yeri olmuştur. Kadınlara geleneksel ezberler içinde kuşkuyla yaklaşan nice erkek de bu potada erimiş, buradaki hali benimsemiştir.

Hülya, yeni evli genç bir kadın olarak toplumsal yaşamdan çekilip gitmedi, tersine yaşadığı topluma her ahval ve şerait içinde sahip çıkılması gerektiğinin bilincinde biri olarak, yaşam enerjisini evi ve toplumu için paylaştırmayı, zamanını en verimli şekilde örgütlemeyi bilen biri oldu. Yine de teslim etmek gerekir ki onun fedakârca üstlendiği sorumluluklar normalleri zorlayan bir noktada ve bu yönüyle hiç birimize örnek teşkil etmeyecek kadar üst seviyededir.

Zaman içinde Özgür-der için ben de dâhil birçok kimse “daha kuşatıcı olmak, tolerans sınırlarını genişletmek lazım” eleştirilerimizi dile getirdik. Fakat onların ilkelerin yozlaşmaması ve belli ölçülerin kaybedilmemesi endişelerine de katılmadan edemedik. Sağlam duruşla sert duruş arasındaki ince çizgide zaman zaman sert, içine girilemez bir zemin imajı verdiklerini söylemek zorundayım. Öte yandan günümüzde her şeyin nasıl toz duman olduğuna tanık olurken de ilkelerin adamı olmanın değerini teslim etmemek mümkün mü?! Bütün hak savunusunu liberal aydınlara havale eden bir eğilimin gittikçe yayılmaya başladığı bugünlerde İslami duyarlılıklara yaslanarak geniş bir adalet halesi oluşturmak, böyle bir zeminden başka iyi insanlarla ortaklaşmak, su gibi ekmek gibi ihtiyaç haline geldi. Bu noktada kendi birikimimizi, İslam’dan yola çıkarak ortaya koymak noktasında Özgür-der’in yaptığı seminer çalışmaları, paneller, forumlar, yayınlanan dergi ve kitaplarla ufkumuzu açtığını teslim etmemiz lazım.

Tez yazma aşamasına getirdiği yüksek lisans çalışması yarıda kalsa da Hülya yazmaktan geri durmamıştır.

22 Eylül 2002’de “AB süreci ve Müslümanlar” başlıklı forumda, AB’ye girişin nihai hedef olarak algılanmaması gerektiğini, sadece siyasal ve toplumsal bağımsızlığımız için bir aşama olarak görülürse desteklenebileceğini, AB’nin de aslında emperyalist hedefleri olan bir birlik olduğunun unutulmaması gerektiğini söylüyordu. Bu noktada AB’yi kurtarıcı olarak görmek hayalcilikti. Öte yandan düşüncelerimizi rahatça ifade edebileceğimiz ortamlar istediğimizden, sadece bir açılım olarak girilebilirdi. Süreci ve bu süreçte elde edilecek kimi kazanımları destekliyordu.

2004’te “İnsan Hakları Algısında Nesnellik” konulu seminerinde ise dünya üzerinde yaşayan Müslüman halklar çok ağır hak ihlalleri yaşarken Batı’nın ulaştığı kısmen de olsa uyguladığı insan hakları normları, despotik Doğu toplumları ile kıyaslanamayacak kadar ileride diyordu. Yanlış olan Batı’nın ulaştığı bu normların Müslümanlar tarafından nihai bir üst kimlik olarak taşınmasıydı.

Haksöz’deki (Aralık 2007) “Niteliğin Önemi Niceliğin Belirleyiciliği” adlı yazısında ise, “fitne yeryüzünden kalkana kadar mücadele etmenin gereğine inananlar olarak kitlelere ulaşmanın önemini biliyoruz elbette. Fakat nitelikten yoksun hormonlu bir büyüme küçük darbelerle yıkılan kâğıttan evlere benzer, hoş görünmek için bazı doğruların gizlenmesine yol açabilir” diyordu.

“Kadınla İlgili Ayetler ve Perspektif Sorunu” yazısında ise (Haksöz, Mayıs 2008) zulme karşı verilen mücadelenin cinsiyetten bağımsız olması gerektiğini, kadını fitnenin odağı olarak görerek, mümkün olduğunca toplumsal alandan soyutlamaya çalışan geleneğin, ayetler ışığında sorgulanmasının şart olduğunu söylüyordu.

Onu defalarca tanık olduğum akşam dönüşlerinde çocuklarına kavuşma anının güzelliğiyle hatırladım şimdi. Bir kez daha şükran duydum. Daha nice kutlu görevlere…

[özgün duruş, sayı 10, 6-12 kasım '09]
...

1 yorum:

Unknown dedi ki...

hiçbir şey boşluğa gitmiyor kaydediliyor bir gün tarih de yazacak:))