4 Eylül 2008 Perşembe

'sıcak toprak'larda acı ve yas | leyla ipekçi

Ortadoğu’da gördüğüm kentlerin birçoğunda; kimi mezar evlerde, kimi Şatila gibi giderek yerleşik hale gelmiş kamplarda, kullanılmayan okullarda, çadırlarda ya da prefabrik yapılarda: Katliamdan sağ çıkmış ya da savaştan, yoksulluktan kaçmış, mülteci konumuna düşmüş insanlar yaşama savaşı veriyor. Ve birçoğu ‘geri dönme’ umuduyla gömülüveriyor kara toprağa.
Yazar Yıldız Ramazanoğlu, bazılarını beraber gezdiğimiz Ortadoğu kentlerinde yaşananlara dair birbirinden dehşetli onlarca izlenimini aktardığı ‘Bağdat Fragmanı’ adlı kitabında Beddavi kampından şöyle bahsediyor:
“Bir insana nasılsın demenin hiç bu kadar utanç ve azap verdiğini hatırlamıyorum. Hastalar umutsuzluk içinde inliyor, okulsuz kalan çocuklar ortada geziniyor, yaşlılar vakarla paçavralardan yatakların üzerinde oturuyor, kadınlar tüplerin üzerinde bulgur, makarna kaynatıyor. Yine de herkesten duyduğumuz kelime elhamdülillah.”
Kimi zaman zalimce katledilenlerin, kazara ölenlerin, şehit olanların ardından yas tutarak katlanabiliyoruz hayata. Kimi zaman ise yastan kaçarak. Yas, mazlumun sürekli olarak zulme uğramasını meşrulaştırıyor, bunu ritüel haline dönüştürüp zalime karşı bir önkabul de oluşturabiliyor çünkü. Ayakta kalma çabası, Beddavi kampındaki gibi, –hatta Ortadoğu’daki pek çok bölgedeki gibi- daha beterine şahit olup şükretmekle de mümkün olabiliyor bazen.
Cizre’de yaşayan bir çocuğun sadece alçaktan uçan helikopterlerin sesiyle bile psikolojisinin bozulabileceğini, İstanbul’un lüks semtinde çocuğunu alışveriş merkezlerinde büyüten biri kolay kolay düşünemiyor. Kürtler, Türkler, Filistinliler, İsrailliler, Lübnanlılar, Ermeniler, Karabağlılar, Kuveytliler ya da Sudanlılar... Meseleleri birbiriyle kıyaslanamaz, siyasi çekişme ve sıcak çatışmalar açısından sorunlu ilişkileri de birbirinden farklı elbette. Ama acı ve yas hepimizin yoluna önlü arkalı dizilmiş adeta.
Avukat Rojbin Tugan, geçtiğimiz günlerde Taraf’ta yayımlanan yazısında, ateş sadece düştüğü yeri yakmasın diyerek feryat ediyordu. “Kulağım göl kenarındaki müziğe ve halaya gidiyor, aklım daha birkaç gün önce uğurlanan dokuz insana” diye dertleniyordu. “Bu ülkenin çocukları denilen ve ölümleri kutsananların” yasının yalnızca ölü evlerinde kalmasını yabancılıyordu.
“Size inanamıyorum; nasıl çalarsınız müzik, nasıl insanları halaya çağırırsınız ve keyif satarsınız” diye isyan ediyordu. Ve yaşanan bunca ölümün yasını ülkece tutamadığımız, hayatı bu kadar ucuz ve hafif biçimde uğurladığımız için de utandığını belirtiyordu.
Konya’daki ruhsatsız yapıda ya da Tuzla tersanesinde ihmal ve özensizlikle kaybedilen hayatları, ızgara kapakları yüzünden, kapatılmamış çukurdan, kurumuş kuyudan dolayı ölüp gidenleri anacağımız ortak bir yas dili kurulmuş olsaydı, acaba insan hayatı daha kıymetli hale gelmez miydi? Tabii şöyle de sorabiliriz: Beddavi’den Şatila’ya, Hakkâri’den Konya’ya bir suç mu paylaşıyoruz sessizce?
Doğu konferansıyla Lübnan’dayken, güneye, İsrail sınırına dek gitme fırsatı bulmuştuk. İç savaştan kalma kırık dökük binaların, harabeye dönmüş yapıların arasına dikilmiş kafeteryalar ve dükkânlar boyunca keyifle gezinen insanlar vardı. Işıklı panolarda ise cezbedici tüketim ürünlerinin görüntüleri ile direnirken şehit olanları ifade eden görüntüler bir aradaydı.
İki yaz önce Lübnan bombalanırken Suriye sınırına kaçanların yanına gitmiştik. Birçok arkadaşımız o sırada tatilde olduğu için savaşı protesto etmeye gelememişti. Savaş tatile denk gelmişti ironik bir ifadeyle. Bir marka ise muhtemelen inşasını üstlendiği yıkılmış bir köprünün üzerine panosunu koymuş ve ünlü sloganını yazmıştı: Yürümeye devam. Tıpkı Tugan gibi dehşete kapılmıştım.
Hayat böyle işte. Dışarıda kollar bacaklar paramparça olurken mutfakta soslu et pişirmeye devam ediyoruz. Her gün karşıya geçtiğimiz köprü yıkılırken, içip güzelleşerek acıya daha katlanılır hale gelmek durumunda kalabiliyoruz. Nefes almaya devam etmek güdüsü bazen utandırabiliyor hepimizi. Kör topal yürümeye devam ediyoruz.
Tugan’ın eğlenen insanların coşkusuna bakarken aklına kanını donduran cenaze görüntüleri geldiğinde yabancılaşarak kendini bir başka boyutta hissetmesi bu anlamda çok tanıdık. Ramazanoğlu’nun tanık olduğu acı ve gözyaşının ortasındaki hamd etme hali de bir o kadar tanıdık. Ve bu iki hal de insanda birarada barınıyor.
Bu iç içelik, acıda ve yasta eksik bıraktığı soruyu defalarca sorduruyor bize: Mazlum, suça iştirak etmeksizin hakkıyla direnebilmek için nasıl bir dil konuşmalı?


taraf, 26 ağustos '08

Hiç yorum yok: