14 Eylül 2008 Pazar

insanoğlu gerçeği taşıyabilecek güçtedir | ingeborg bachmann


(Savaşta görme yetisini yitirenler adına konan ödülün verilişinde yapılan konuşma.)

Yazar –doğası gereği– başkalarının kendisini dinlemelerini sağlamak ister. Ama buna karşın, günün birinde etkin olmaya başladığını duyumsadığında, şaşırır – ve eğer teselliyi gereksinen insanların karşısında, insanı öteki bütün canlılardan ayıran o büyük, derin acıyla dolu, incitilmiş, yaralanmış insanların olabileceği kadar teselliyi gereksinen insanların karşısında pek de teselli verici bir şeyler söyleyememişse, şaşkınlığı daha da büyük olur. İnsanoğlunun sözü edilen büyük acısı, aslında korkunç bir ayrıcalıktır. Eğer durum böyleyse, yani bu acıyı taşımak, onunla birlikte yaşamak zorundaysak o zaman bunun tesellisi ne olacaktır ve hele bu teselli, ne işimize yarayacaktır? O zaman –yani bence, demek istiyorum– o teselliyi sözcüklerin aracılığıyla gerçekleştirmek, uygunsuz kaçacaktır. Çünkü böylesi, göze nasıl gözükürse gözüksün, çok yetersiz, çok ucuz, çok sıradan bir girişim olacaktır.

Bu nedenle yazarın görevi acıyı yadsımak, onun olmadığı yanılsamasını yaratmak, acının izlerini silmek olamaz. Tersine, yazar onu somutluğuyla benimsemek ve görebilelim diye bir kez daha somutlaştırmak zorundadır. Çünkü hepimizin isteği, görebilen kişiler olabilmektir. Ve bizi ancak o sözünü ettiğim gizli acı, deneyimlerin karşısında, özellikle de gerçeğin karşısında duyarlı kılar. Bu konuma girdiğimizde, acının üretkenliğe dönüştüğü o uyanıklık konumuna geldiğimizde, çok yalın ve doğru olarak şöyle deriz: Gözlerim açıldı. Bunu bir şeyi veya olayı dışa dönük yönüyle algıladığımızdan değil, fakat göremeyeceğimiz şeyi kavradığımız için söyleriz. İşte sanat bunu, yani bu anlamda gözlerimizin açılmasını sağlayabilmelidir.

Sanatçı –yine doğası gereği– bütün varlığıyla bir Sen'e, insana ilişkin deneyimini (veya nesnelere, dünyaya ve içinde yaşadığı zamana, evet, bütün bunlara ilişkin deneyimlerini!) iletebileceği insana yöneliktir; insana ilişkin deneyimi, özellikle kendisinin ya da başkalarının olabilecekleri insana, onun düzeyine varıldığında kendisinin ve ötekilerin en çok insan olacakları insana ilişkin deneyimdir. Yazar, bütün antenlerini açmış olarak bu çağda dünyanın yüzünü, insanoğlunun yüzünü saptamaya çalışır. İnsanoğlu nasıl duyumsamakta, neyi düşünmekte, nasıl davranmaktadır? Tutkuları, kısırlıkları, umutları nelerdir...?

Manhattan'ın İyi Tanrısı adlı radyo oyunumda bütün soruların kadın ile erkek arasındaki aşka, bu aşkın ne olduğuna, nasıl bir süreç izlediğine, azlığına veya çokluğuna ilişkin bulunduğu göz önünde tutularak, şöyle denebilir: Ama bu, çok sınırda bir durum. Bu, çok ileri giden bir tutum...

Gelgelelim her durumda, bu arada aşkın en sıradan olanında bile, daha yakından baktığımızda görebileceğimiz, belki de görmek için çaba harcamak zorunda olduğumuz bir sınırda durum gizlidir. Çünkü bütün düşüncelerimizde, eylemlerimizde ve duyumsamalarımızda kimi zaman en son sınırlara değin varmak isteriz. İçimizde, bize konulmuş olan sınırları aşma isteği uyanır. Söylediklerimi yadsımak için değil, ama daha açık bir biçimde tamamlamış olmak için şöyle demek istiyorum: Düzen içinde kalmak zorunda olduğumuzu, toplumun dışına çıkma diye bir şey olmadığını, kendimizi birbirimizi ölçüt alarak sınamakla yükümlü olduğumuzu ben de biliyorum. Fakat bize konulmuş sınırlar içersinde bakışlarımız, ister aşkta, ister özgürlükte, ister başkaca her katıksız büyüklükte olsun, hep kusursuza, olanaksıza, erişilmesi olanaksız olana yöneliktir. Olanaksızın olanaklıyla çarpıştığı alanda bizler, kendi olanaklarımızın alanını genişletiriz. Ve bence önemli olan, yetişmemizi sağlayan bu gerilim ilişkisini üretebilmemizdir; biz yaklaştıkça doğal olarak bir kez daha uzaklaşan bir hedefe yönelmemizdir.

Yazarın betimleme aracıyla başkalarını gerçek konusunda yüreklendirmesi gibi, başkaları da övgü ve yergi aracılığıyla ona kendisinden gerçeği talep ederek, gözlerinin açılacağı konuma gelmelerini isteyerek onu yüreklendirmiş olurlar. Çünkü insanoğlu, gerçeği taşıyabilecek güçtedir.

Gücümüzün yazgımızdan daha ötelere uzanabildiğini, insanoğlunun elinden pek çok şeyi zorla alındıktan sonra bile doğrulabileceğini, insanın düş kırıklıklarıyla, yani kendisini aldatmaksızın yaşayabileceğini, ağır bir yazgıyı taşımak zorunda kalmış olan sizlerden daha iyi kimse kanıtlayamaz. Öyle sanıyorum ki, insanoğlu belli bir gururu duymak hakkına sahiptir – bu, yeryüzünde karanlıklar içindeki tutukluluğu sırasında vazgeçmeyenin ve doğruyu aramaktan geri kalmayanın duyacağı gururdur.

İki çalışma arasında, bugün olduğu gibi, görkemli bir mola verebilmek, aynı zamanda bir düşünme süresi anlamını taşır; ben, bu düşünme süresinin bana ait olabilecek bölümünü bana haklı olarak sorabileceğiniz ve yanıtlarını ancak yeni yeni çalışmaların, çabaların oluşturabileceği sorulara ayırmak istiyorum. Böylece bugün bana sunduğunuz onur için teşekkür etme noktasına gelmiş oluyorum. Teşekkür etme, yalnızca genel bir teşekkürle geçiştirilemeyeceğinden, bu teşekkürümü benim ve başka yazarların çalışmalarını çoğu kez cömertlikleriyle olanaklı kılmış veya kolaylaştırmış olanlara, Alman radyo kurumlarına yöneltmek istiyorum; ayrıca dinleyicilerime, adlarını bilmediğim o insanlara teşekkür etmek istiyorum; ama asıl teşekkür etmek istediklerim, söze başkalarından çok daha fazla kulak veren ve saygın bir makam niteliğiyle bu ödülü sunanlar, yani savaşta görme yetilerini yitirmiş olanlardır.

Sizlere teşekkür ederim.

Hiç yorum yok: