4 Eylül 2008 Perşembe

has şiir okuru diye tabir edilen şiir okuru, amerika’da, italya’da, türkiye’de, bin düzeyindedir. | enis batur


“Eskiden dünya sorunlarına kafa patlatan ama aynı zamanda aydınlanmanın bir ürünü aydın tipi vardı. Buradan başlayalım. Bugünün aydını, entelektüeli neyi dolduruyor?”
“Aslında bir tür pusula işlevi gördükleri kanısındayım. Bir insanın pusula olması, onun seçimleri, yapısı kadar seçtiği uğraşın gerektirdiği perspektifle de ilgili. Perspektif tutturmak, hem dünyada hem Türkiye’de git gide güçleşmeye başladı. Perspektifi dağıtan ögelerin sayısı arttı. Bundan yarım yüzyıl önce, şairin, yazarın, aydının, bilim adamının, filozofun önündeki dünyaya oranla, şimdi çok karmaşık, ele avuca sığmakta problem yaratan bir dünya var. Ülke ölçeğine dönüldüğü zaman da geçerli olan bir durum bu. Örneğin Claude Levi Strauss 100 yaşına vardı. Bu vesileyle onunla yapılan bir söyleşide, ‘1930’lu 40’lı yıllarda yazdığınız yazıların çerçevesinde bugün dünyaya baktığınızda ne görüyorsunuz?’ diye soruluyor.
Levi Strauss, ‘Ben bugün hakkında fikir yürütemem çünkü ben bu dünyayı tanımıyorum’ diyor, ‘Benim tanıdığım dünya 2 milyar nüfusu olan, farklı sorunları olan, farklı gerçekleri olan bir dünyaydı. Ben bu dünyayı tanımıyorum artık’. Bu doğru. Normal insan ömrü çerçevesinde, şair, yazar, düşünür, bilim adamı, yetiştiği dönemin verileriyle kendine o perspektifi sağlıyor.”

“Giderek sezginin öne çıktığı, doğal olarak da şairin, romancının ayrı önem kazandığı bir çağı yaşıyoruz... Bilginin iktidarını biliyoruz; bilginin iktidarının bir yük haline döndüğünü de. Bir de kirli bilgi var, milletin dezenformasyon dediği... Az önce sezgi dedim, buna bir kavram daha ekleyeceğim; içtenlik... Bu çağ, içtenlik sorununun yaşandığı bir çağ. Sezgi ve içtenlik meselesi, bu pusulada nereye denk düşer?”
“Bireyi hiçbir zaman çok gelişkin, neredeyse insan ortalamasının üstünde bir beyin olarak görmüyorum ben. Çünkü zihin, beyin, bilgileri toplayabilir ama bunları ille de iyi anlamda kullanacak diye bir şey yok. Geçmişte tarih sahnesinde rol almış, son derece bilgili insanların, insanlığa, yeryüzüne büyük facialar hazırladığı bir gerçek. Dolayısıyla bunu doğru yola sokacak unsurlar nerede aranacak meselesine gelip dayanıyor iş. O zaman sezgi kavramının altına dizebileceğimiz başka unsurların, hayal gücünün, ahlak sahibi olmanın, erdem sahibi olmanın önemi ortaya çıkıyor.

Uçakların türbülans karşısında boşluğa düşmesi gibi, toplumların yaşadığı bir sahne var ki şimdi bir bakıma onun içinde gibiyiz. İyi insan olmak, ahlaklı insan olmak, erdem sahibi olmak gibi yaklaşımlar neredeyse demode görülmeye başlanıyor. Oysa insan zihninin duyarlığıyla birlikte, ruhsal yapı içindeki evrimiyle birlikte, kişinin kendi kendisini geliştirme süreci içinde ayağını dayayacağı unsurların arasında çok önemli bir yer oluşturuyor işte o sizin sezgi üstbaşlığı altına yerleştirdiğiniz kategori. Kişi her şeyi yutabilir, okuyabilir; iyi de bundan ne sonuç çıkaracak, hayata ilişkin, yaşama sanatına ilişkin? Bu çok bağlayıcı önemde.


“Bu çağ görünme çağı bir taraftan da. Görünmenin önemli olduğu bir çağ. Bu hakikaten kötü mü, ya da görünür olmak ile sanatsal yaratı arasındaki ilişkiyi nasıl kurmak lazım? Siz söz gelimi bir televizyon programında haftada bir yarım saat kendi dilinizde konuşsanız, bu bir görünmedir, birilerinin de işitmesidir. İlla bu, sizin şiirinize olumsuz mu yansır? Toplum bundan faydalanamaz mı? Nasıl bir denge kurmak lazım?”
“Kolay bir denge değil açıkçası. Sonuçta ne yazık ki amiyane deyimle, bulunacak çözüm, her koyun kendi bacağından asılır çözümünden öte bir şey değil. Herkese ortak bir çözüm önermek çok güç. Benden devamlı bir televizyon programı yapmamı istedi NTV. Ben karşıydım. Sonunda, bu kadar direnmenizin nedeni ne, diye de sordular. Çünkü, dedim; öyle bir koşullar bütünü ki bu, sürekli haftalık bir programda televizyon ekranına çıkan adam bir süre sonra eskiyor. Bir biçimde kendisini o sonuçla malul olarak görmek istemediği hale getiriliyor. Eğer sağduyulu, dikkatli, akıllı bir program yaparsa da mı, dediler; evet, dedim.

Geçici belki bu durum. İnsanlar hem takip ediyorlar bu kişiyi, hem tanıyorlar, hem de aleyhinde konuşuyorlar. Devamlı gördükleri kişi üzerinde hak sahibi olduklarına inanmaya başlıyorlar. Evlerinin neredeyse bir parçası oluyorsunuz. Adam eşini eleştirir gibi sizi de eleştirmeye başlıyor. Ya da çocuğunu azarladığı gibi, ekranda olsanız bile, yüksek sesle size karşı olumsuz şeyler söylemeye başlıyor. Bu elektrik, bir biçimde oluşmuş durumda.”

“Buradan şiire gelelim. Şiir bana öyle geliyor ki büyük kitleleri ilgilendirmiyor; fakat ilgilisini de hayatta en çok o ilgilendiriyor. Şimdi buradan bakarsak, bu coğrafyada şiir ne anlama geliyor? Şairlik ile kolaycılık arasında bir ilişki kuruldu mu? Ben bunu sezmeye başladım.”
“Bu aslında bu coğrafyaya özgü bir durum değil. Örneğin Amerika, İtalya ve Türkiye arasında müthiş bir benzerlik var bu konuda. Nedir bu benzerlik? Amerika’da da, İtalya’da da, Türkiye’de de, çok sayıda insan, milyarlarca insan şiir yazıyor. Ne düzeyde? Şiir sanatının eriştiği bir hiza varsa, o hizanın son derece altında bir düzeyde. Çünkü şiir insanoğlunun duygularını ifade etme sanatları arasında en kolay görüneni. Amerika’da Walt Wittman birinci sırada çoksatar. Bu da doğaldır, okullarda okutulur çünkü. İtalya’da Dante öyle... Türkiye’de Orhan Veli gibi. Bizim buna hiçbir itirazımız yok. Ama bunlar kişilerin seçtiği şairler ya da şiir kitapları değil. Müfredat dışındaki şiir kitapları söz konusu olduğunda inanılmaz düşük rakamlarla karşılaşıyoruz. Çünkü şiirin bir serüveni var. Bugün Türkiye’de ve dünyada yazılan şiir, bundan 25 yıl önce yazılan, 50 yıl önce yazılan, 75, 100, 150 yıl önce yazılan şiire göre farklı bir konumda. Çünkü bakılan dünya farklı. Şairin algıladığı dünya farklı. Aracı, gereci farklı. Şair ister istemez toplum ortalamasının üstünde bir algı mekanizmasıyla hareket ediyor. Onun gördüklerinin şiir okuruna yansıma şansı çok fazla değil. Onun için de has şiir okuru diye tabir edilen şiir okuru, Amerika’da, İtalya’da, Türkiye’de, bin düzeyindedir. Bu, toplam nüfus göz önüne alındığında gerçekten oldukça düşük bir tablo. Türkiye’de buna şu eklenebilir, şiirin genel gelişme çizgisinden bihaber olan profesyonel şairimiz oldukça çoktur. Çeşitli kitaplar yayımlamış şairlerimize bakıyoruz, bunlar aslında başka bir dönemin şiirini yazıyorlar, anakronik durumdalar.”

“Biraz da romandan, romancılıktan söz edelim. Romanın ömrünün artık tükeneceğine dair bir kanaat var. Bununla ilgili olarak Kundera diyor ki; ‘Eğer roman sanatı bir gün bitecekse, bu, roman sanatının kendi yetersizliğinden değil, bu dünyada o sanatın yer bulamayışından kaynaklanacaktır’. Şiir için de belki benzer bir şey söylenebilir. Gerçekten böyle bir ilişki var mı sizce sanat türleriyle ilgili olarak?”
“Bu tabii 20. yüzyılın ara sıra hortlattığı bir tartışma oldu. 20’li yıllarda, 30’lu yıllarda, savaş sonrasında, neredeyse konu sıkıntısı yaşandığı her seferde başvurulan bir yöntem. Roman öldü! Zaman zaman çok ciddi insanlardan da gelir bu tür düşünceler. Demin Levi Strauss’tan söz ettik, bir başka söyleşisinde, ne okuyorsunuz sorusuna, ‘dönüp dönüp 19. yüzyıl romancılarını okuyorum çünkü çağımızda roman ölmüştür’ diyor. Ben bütünüyle karşıyım bu görüşe. Onun söylediği genel bir doğru değil.

Hâlbuki genel bir doğruymuş gibi söylüyor. Şöyle bir mutasyon içine girildiği kesin. Roman bir anlamda eğlence sektörünün edebi karşılığı haline dönüştü. Şiir de başka kulvarlardan aynı yöne getirildi, örneğin şarkı sözleri... Biri öbürünün yerini almaya başladığında sakatlık başlıyor. Romana dönecek olursak, bu eğlence sektörünün parçası olma meselesi aslında bir tüketim edebiyatının ortaya çıkması ve pazarın buna göre şekillenmesiyle ilgili. Batı’da da böyle. Türkiye hızla buna ayak uydurmaya başladı. Bugün Batılı yayıncının birinci sorusu, roman yazıyor musunuz, oluyor. Ne yazıyorsunuz değil. Mesela benim Fransa’daki yayıncım bana roman yazıyor musunuz diye sordu ve ben ona şunu söyledim, bu bana sorulacak en son sorudur. Çünkü ben kitaplar yazan biriyim. Yazdıklarımın bir kısmı romana yakın şeyler olabilir, ama roman yazıyorum diyemem. Ben piyasa roman istiyor diye de roman yazacak biri değilim. Ama işte herkes roman istiyor dedi. İşte ben bundan emin değilim dedim ona. Herkes roman mı istiyor, yoksa durmadan onların önüne roman sürüldüğü için mi bu durumda oluyor.”


“Aydınlanmanın ürünü olan insanların giderek bir sanık haline geldiği, Cumhuriyet’in ilkellikle eşit sayıldığı bir sürece bakarken kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Türkiye’nin 80 yıllık tarihine baktığımızda aydınların büyük emekle bir yerlere geldiğini düşünürsek bugünkü entelektüel ortamı nasıl buluyorsunuz?”
“Bize çağdaşı olduğumuz bir dünyanın daha gerisindeki bir dünyadan haber getirmeye çalışıyorlar. Oysa, onun içinden ayıklanıp seçilip bugüne taşınmış olanlar zaten taşınmıştır. İslam felsefesini düşünelim. Tasavvuf dünyasından gelme son derece değer verdiğim önemli ölçütler var. Bunlar başka felsefelerde de paralellerini gördüğümüz görüşler. Ahlaklı olma meselesi sonuçta pek çok coğrafyada farklı terminolojilerle öne çıkmış şeylerdir. Onları hiçe sayamayız. Ama insanın birey olarak özgürleşmesinin önüne engel olarak çıkartılıyorsa, Türkiye’de bu böyle, onlara karşı direnişe geçmek gerekiyor, yapacak başka bir şey yok. Eski Yunan düşüncesinden, eski Hint düşüncesinden başlayarak arada kesintilere uğrasa bile belli bir süreklilik arz etmiş olan insan olma koşulunun evrimini gösteren çizgide, ki arkamızdaki en önemli dayanaklarından biri de aydınlanma çağı dediğimiz çağ, bize getirip kattıklarının yerine daha kifayetsiz olanlarını koymak için bir neden yok. İnsanlar öyle istiyormuş! O zaman buyursunlar koysunlar. Ama birey olarak ben kendimin gerisine düşeceğim seçimlere doğru niye gideyim.”


röp: enver aysever, remzi kitap gazetesi, eylül '08

Hiç yorum yok: