10 Eylül 2008 Çarşamba

doğu batı divanında bir sohbet | aslı güneş


On dokuzuncu yüzyılda İspanyol seferlerine katılan bir Alman asker, eline Kur'an'dan bir sayfa tutuşturduğunda büyülenen Goethe, kendisini Arapça öğrenmeye vakfeder. Ardından Fars şiirini keşfe girişir ve ünlü Doğu-Batı Divanı'nı yazar. Edward Said'in deyişiyle, "sanatın özellikle Goethe'nin gözünde insanın kendi benliğine yoğunlaşmasından ziyade, 'öteki'ne yapılan bir yolculuk olması" onu böyle bir eser ortaya çıkarmaya itmiştir. Bu düşünce, 1999'da, Goethe'nin doğumunun 250. yılında, Filistinli entelektüel Edward Said'e ve İsrailli bir Yahudi olan müzisyen Daniel Barenboim'a İsrailli ve Arap müzisyenleri 'Doğu-Batı Divanı Atölyesi'nde bir araya getirmek konusunda ilham kaynağı olur. Atölye, farklı kültürler arasındaki paralellikleri ve paradoksları ortaya çıkarmak ve bunları müziğin tüm sınırları ortadan kaldıran diliyle tartışmak açısından elverişli bir zemin oluşturmuştur.

Said ve Barenboim işbirliğinin bir başka ürünü de çeşitli tarihlerde, çeşitli mekânlarda gerçekleştirdikleri 'müzikal' sohbetlerden oluşan Paralellikler ve Paradokslar adlı kitaptır. Bazı kesimlerce bir araya gelmeleri dahi mümkün görülmeyen bu ikili, müzik üzerine yaptıkları söyleşilerde her türlü toplumsal ve kültürel pratiğe ait paralellikleri ve paradoksları sergilerken, Atölye deneyimine benzer bir sonuç çıkar ortaya: Hayatın her alanında ortak bir dilin yaratılmasının gerekli ve mümkün oluşu. Üstelik fanatik Anti-Semitizmiyle Nazilere ilham veren, müziği gaz odalarındaki Yahudiler'e bir nevi 'ölüm marşı' olarak dinletilen Wagner hakkında konuşurken. Üstelik Barenboim, 7 Temmuz 2001'de İsrail'de çalınması yasak olan Wagner'i 'program dışı' olarak İsrailliler'e dinlettiğinde gösterilen tepkiler karşısında, sanatın, müziğin evrenselliğinden dem vurmanın beyhude bir çaba olduğunu bile bile.

Yurt neresi?
Yahudiler açısından soykırımın izleri öylesine tazedir ki, söyleşilerden birinin yapıldığı Kolombiya Üniversitesi'nde dinleyiciler Barenboim'a ısrarla Yahudi bir Wagner yorumcusu olması konusunda zaman zaman suçlayıcı sorular sorarlar. Barenboim'un cevabı ise nettir: "Bizden nefret eden insanlara karşı nefret etmek değilse bile genelleşmiş bir eleştiriyle karşı durma hakkımız yok bizim, çünkü o takdirde, uzun zamandır bize zulmetmiş insanların düzeyine inmiş olmaktan başka bir şey geçmez elimize." Oysa, Yahudi olmak Barenboim'un kendi bireysel tarihini de fazlasıyla etkilemiştir. 1954'te on yaşındayken Alman müzisyen Furtwangler tarafından Berlin'e davet edildiğinde, babası katliamın üzerinden henüz dokuz yıl geçtiği, dolayısıyla 'henüz doğru zamanın gelmediği' gerekçesiyle gitmesine engel olmuştur. Yahudi kimliği, Barenboim'un kendisi unutsa da, yaşadığı ve mesleğini icra ettiği Almanya'da da sürekli hatırlanacak, kendisinden 'Yahudi Barenboim' diye söz edilecektir. Bütün bunlara rağmen, ikilinin söyleşilerine rehberlik eden Ara Güzelimyan'ın "Siz nerede olduğunuzda kendinizi yurdunuzda sayarsınız? Ya da, hiç kendinizi yurdunuzda hissettiğiniz bir an oluyor mu?" sorusuna büyük bir gönül rahatlığıyla, "Benim herhangi bir yerde kendimi yurdumda hissetme duygum, gerçekte, hayattaki her şeyde olduğu gibi, bir geçiş duygusudur". Barenboim'un Arjantin'de doğmuş, çocukluğunu İsrail'de, yetişkinliğini Almanya'da geçirmiş biri olarak mekânlar ve kültürlerarası geçişlerin şekillendirdiği zihinsel dünyasında edindiği bir 'yurt' vardır aslında: O, "ruh eşim" olarak tanımladığı Edward Said'le beraber olduğu her anda kendisini hep yurdunda hissetmiştir.

Ya bir Hıristiyan Arap ailesinin çocuğu olarak Kudüs'te doğmuş ve kendi deyimiyle on beş yaşına dek "Sömürgeci içerikte özel bir eğitimden geçmiş" daha sonra bir göçmen toplumu olması dolayısıyla 'gönül çelici' olarak nitelediği Amerika'da yaşamaya başlamış Edward Said için ne anlam ifade etmektedir yurt? Başlangıçta Said'in içinde yer eden sıla hasreti, içinde yaşadığı halde, kendisini bir parçası hissetmediği 'bukalemun kent' New York'da bir nevi rahatlamaya dönüşmüştür. Sömürgeci eğitimin verdiği yabancılaşma ve rahatsızlık duygusuna en uygun mekân belki de New York'dur. Farklı kültürlerin orta yerinde şekillenen tarihleri Barenboim ve Said'i, biri Amerika diğeri Almanya olmak üzere iki göçmen ülkenin homojenlikten uzak kültürel ortamına yazgılı kılmıştır belki de. Kimbilir, belki de köksüzlüğün verdiği rahatlık hissine rağmen her ikisinin yaşadığı duyguyu en iyi özetleyen, Daniel Barenboim'un kitabın sonuna eklenen yazısında alıntıladığı Necip Mahfuz sözüdür: "Belleğin zalimliği, unutkanlıkla dağılıp giden şeyleri hatırlamakta gösterir kendini."

Böylesi bir kültürel arka plan, iki dostun arasında paralellikler olduğu kadar paradokslar da oluşturmaz mı? Ara Güzelimyan'ın aralarındaki farklılıklara ilişkin sorusuna Edward Said'in verdiği yanıt, ait olunan kimliğin tarihi yorumlamadaki önemini açığa çıkarıyor: "Daniel'la benim anlaşamadığımız alanlardan birisi, dünyanın ikimizin de yurdu olan kısmının tarihiyle ilgili farklı görüşler taşımamız. Şöyle ki, Daniel, tarihi bir Filistinlininkinden açıkça farklı bir bakış açısıyla değerlendiriyor." Oslo Anlaşması'nı değerlendirmelerindeki farklılık bunun apaçık örneğidir: Said için, edebi ve müzikal terimlerle analiz ettikleri Oslo Anlaşması'nın sorunu 'notasyonların (yazıya dökülmüş haliyle metinlerin) durumun gerçekliğine yeterince uymaması'dır, İsrailli bir müzisyen olan Barenboim açısından da sorun, 'sürecin ivmesinin yani, hızının, temposunun içerikle el ele yürümemesinden kaynaklanmakta'dır. Barenboim, sonucun Said'in süreci reddetmesinin bir tür felsefi doğrulanışı olabileceği gerçeğini kabul etse de, 'içeriğin belirli bir hız gerektirdiği müzik yapmak' eylemiyle Oslo Anlaşması arasında kurduğu paralellikten vazgeçmez.

Wagner'in notaları
Söyleşilerde altı çizilen paralellikler ve paradokslar, ikilinin öznel deneyimleriyle sınırlı değil. Müzik ekseninde yürüyen sohbetler, zaman zaman müzik terminolojisine aşina olmayanları zorlasa da, özellikle Said'in müdahaleleriyle her türlü entelektüel ve sanatsal pratiğin karşılaştırmasına dönüşüyor. Edebiyatla müziğin, sözcüklerle notaların, akademik üretimle sanatsal üretimin paralellikleri, okuru şaşırtan bir zihinsel cambazlıkla ortaya dökülüyor. Şüphesiz, konuşmaların böylesine zengin ve ufuk açıcı olmasını sağlayan etken, 'dar, tekil ve uzmanlaşmış' olanı reddeden ve sanatı "siyaseten doğruluk takınmanın tam zıddı olarak" tanımlayan ikilinin, bilginin tüm alanlarına nüfuz eden derinlikleridir. Daniel Barenboim, dinleyicilerden birinin Wagner yorumlaması konusunda sorduğu soruya şu cevabı veriyor: "Uzunca bir süredir (Edward'la bu konuşmaları yapmayı kabul ettiğimden beri), zavallı Wagner, çok uzun bir zaman sonra bir Filistinliyle bir İsrailli onu ve vardığı sonuçları tartışacaklar diye mezarında dönüp duruyor, diye düşünmekteyim" ve ekliyor: "Gerçi bana kalırsa, kahkahadan kırılıyordur, o da ayrı." Wagner'in mezarında gerçekte ne yaptığını bilmek imkânsız ama Paralellikler ve Paradokslar'ı okuduktan sonra yalnız İsrail ve Filistin'i değil tüm dünyayı bir araya getirebilecek ve kimbilir belki de Wagner'in notalarından yayılan umudun, yaşayanların bir kısmını rahatsız edeceğini tahmin etmek güç olmasa gerek.

*paralellikler ve paradokslar, edward said/daniel barenboim, agora kitaplığı

Hiç yorum yok: