28 Ağustos 2009 Cuma

yıldız ramazanoğlu: din feminizmden fazlasını verir.

Türkiye’deki sosyal problemlere, özellikle kimlik sorununa ciddiyetle eğildiğinizi biliyoruz. Eserlerinizde de buna dair bölümler var. Sürekli, öfkeden uzak ve kuşatıcı bir İslam anlayışını savunuyorsunuz. Bu bağlamda, Türkiye’deki İslamcıların farklı kimliklere bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sözgelimi Kürt meselesinin, Aleviliğe yaklaşımların yahut işçi haklarının bir çözüm arayışı bağlamında İslamcı kesimin gündemini yeterince doldurduğunu düşünüyor musunuz?

Dindar insanlar olarak farklılıkları çok büyütmemiz doğru değil. İnsanın varoluş dramı özde tamamen ortak. Aynı anne babadan geldiğimiz çok açık. Eğer temelde sağlam bir adalet duygumuz olursa cesurca herkesle bir araya gelebilir ve özgüvenle başkalarının hakikatine eğilebiliriz. Zaten İslam tam da bunu ister bizden. Bu konuda eksiklerimiz bencilliklerimiz çekingenliklerimiz ve tereddütlerimiz var. Bunları aşmak için bize yön verecek Kur an ve peygamberimizin Kuran’a dayalı yaşamı son derece aydınlatıcı.

Ülkemizde sizin gibi, kadın çalışmaları yapan Müslüman/İslamcı kadın yazarlar var. Ayşe Böhürler, Cihan Aktaş, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Nazife Şişman bunlardan öne çıkanlar. Bu yazarlar kimi kesimler tarafından “feminist” olarak itham edilmekle birlikte, aralarında bundan rahatsız olmayan, kendisini “feminist” takdim edenler de yok değil. Müslüman bir yazarın feminizme bakışı ne yönde olacak? Ya da kadın hakları konusunda dayanak noktalarımız ne olmalı?

Temelde kadın erkek çatışmasına dayalı kendini kadından yana tanımlayan yaklaşımlara yakın değilim. Fakat tarih içinde İslam’ın temel dinamiklerinden uzaklaşan, kadını aşağılayan kimi saçmalıkların İslam adına öne sürülmesine de şahit olduk. Kadına statü kaybettirici hadisler bile uyduruldu maalesef. Temelde din insana yönelir, cinsiyetçi bir yaklaşım yoktur. Herkesin bir kul bir kişi ve bir mümin olarak kendini gerçekleştirmek ve Allah’ın rızasını en mütekâmil bir şekilde kazanmak için önü yolu açık olmalı.

Tabi bu noktada sormak lazım: Siz hiç feministlikle itham olundunuz mu?

Tabi ki. Her zaman. Fakat ayinesi iştir kişinin. Hak ve adaletten yana durmaya çalışıyorum. Bunu kimin nasıl tanımlayacağı ile ilgilenip vakit kaybetmek istemiyorum. Feminist yaklaşım da doğruları ve yanlışlarıyla insani bir birikim oluşturdu ve bu hak mücadelesi de ilgimi çekti her zaman, okumak, konuşmak, tartışmak için verimli bir alan oldu. Her aynada bakmalı bir Müslüman kendine. İslam feminizmden daha fazlasını vaat ediyor. İki açıklamaya da eğilmesem bunu nereden bilebilirim ki.

Türkiye’deki kadın çalışmaları çoğunlukla teori düzeyinde kalıyor sanki. Bugünün yapısı aksiyona çok izin vermiyor mu? 20–30 sene öncesini düşünecek olursak, mesela Şule Yüksel Şenler’in misyonunu devam ettirecek kadın aktivistler neden eksisi kadar sahnede yoklar?

Her dönemin koşulları araçları tarzı yöntemi farklı olabilir. Ben günümüz Müslüman kadınlarının da büyük bir kısmının olması gerektiği gibi kendini ve İslami ilkeleri çok iyi taşıdığını düşünüyorum. Her zaman zaaflar, eğilip bükülmeler olacaktır ki bu noktada erkekler çok daha büyük zafiyet içinde maalesef. Sanırım vazü nasihat dönemi biraz sona erdi. Şimdi insanları etkileyen yaşam içinde somutlaşan örneklikler. En çok ihtiyacımız olan şey bu.

Kalemi elinize almanıza sebep olan, “evet yazmalıyım” dedirten ne oldu? Bir kırılma noktası var mı?

İlkokul çağlarında yazarak ifade etmenin gücünü fark etmiştim sanırım çocuk aklımla. Şiirler yazıyordum. Yaşadıklarımdan ya da tanık olduğum yaşamdan yola çıkarak yazdığım küçük metinleri okuyunca var olan gerçekliklerin yazarken evrildiğini, içine ruhumdan bir şeyler katılarak genişlediğini hatta başkalaştığını görüyordum. Bu heyecan verici ve tekrar yazmak için tetikleyici.

Çok yönlü bir insan olmak ne güzel. Edebiyata dönecek olursak, son dönem Türk edebiyatı sizce hangi noktada? Beğendiğiniz, varsa sıkı sıkıya takip ettiğiniz diyelim, çağdaş yazarlar kimler?

Çok iyi diyebilirim. İyi şiirler yazılıyor. Roman az belki ama iyi hikâyeler yazılıyor. Türkçenin geliştiğini düşünüyorum. Özellikle romanın daha çok içinde yaşanan toplumsal gerçekliklerin içinde yol almasını dilerim. Kimi romanlar edebi bir üslubu yakalıyor içerik çok soyut. Kimileri de toplumu analiz ediyor ama insanı kuşatan derinlikli edebi bir dili yok. Takip ettiğim yazarlar var. Ama takdir edersiniz ki isim saymak riskli bir şey.

Siz, denemeden öyküye, köşe yazılarından gezi yazılarına kadar geniş bir yelpazede seyrediyorsunuz. Bununla birlikte öykünün hayatınızda daha farklı bir yeri var. İnsana dair çok ince noktalara temas ediyorsunuz, kendi problemlerimize eğiliyorsunuz ki okuyucularınız açısından da sizi özel yapan bu. Neden roman değil de öykü mesela? Öyküyü açınızdan farklı ve özel kılan nedir?

Öykü beni cezp ediyor. Başımı döndürüyor. Başlayınca bir nefeste yazıyorum iskeletini. Yazarken cidden sarsılıyorum. Bir ana ya da duruma kendimce anın olanca şiddetiyle ya da sakinliğiyle yeniden bakmış oluyorum. Öykü mizacıma uygun. Romanın uzun zamana yayılan, içine konu hakkında bütün malzemenin zoraki yerleştirildiği tarz bana uzak. Yine de bir hikâyenin sınırlarını aşan meseleler var kendini yazdırmak isteyen. Uzun soluklu bir zaman nasip olursa olur bir gün belki.

En fazla rağbeti hangi eserleriniz görüyor? Öyküleriniz ve diğer yazılarınız diye bir ayrımdan söz etmek uygun olursa, okuyucunun ilgisi hangi tarafta ağırlığını daha çok hissettiriyor?

Bunu tespit etmek kolay değil. Aslında başka tür diye bir şey yok sanki hayatımda. Hep öykü yazdığım. Gerçek ya da kurgu. İnsanın üzerinden geçen gerçekliğe bakıyorum. Biraz da olsa yavaşlamaya çalışıp “peki öyleyse başka türlü ne olabilir” i arıyorum ve acıları eşitsizlikleri tahammül edilemez olanı aşındırma çabası sanırım yazdığım her ne olursa olsun.

Biraz kişisel olacak ama çok merak ediyorum. Siz yazmanın yanında çokça gezen birisiniz. İçimden Geçen Şehirleri yazdınız. En çok etkilendiğiniz, sizi kendine en çok bağlayan şehir hangisi oldu? Bir şehir insanı neden ve nasıl kendine bağlar?

Bu konuda tam bir şehir romantiğiyim. Gittiğim her şehre neredeyse aşık oluyorum. Nürnberg’de bir ömür boyu yaşarım diye düşünmüştüm, sonra Saraybosna’ da küçük bir evim olsa diye hayal kurdum. Şam’ın yakınlarındaki Busra kasabasına yerleşip orada yaşayabileceğime inandım bir gün. NewYork bende her zaman şefkat ve öfke uyandırıyor. Ankara’yı her zaman özlerim. Fakat şimdi her yerde yaşarım gibi geliyor, ama İstanbul her şeyin her yerin hülasası gibi. Bu yüzden şanslıyız. Allah’a en yakın olduğumuz şehir en güzelidir herhalde. Kalbin yatıştığı, mutmain ve teslim olduğu yer neresiyse.

Peki, yeniden edebiyata dönelim. Çağdaş doğu edebiyatına biraz uzağız galiba. Arap ve Fars yazarları çok takip etmiyoruz. Bunlardan öte Afrikalı ve Uzakdoğulu yazarlardan nerdeyse hiç haberimiz yok. Amin Maalouf kitaplarını Arapça yazsaydı herhalde onu da tanımayacaktık. Hece dergisinin Ortadoğu öykücülüğü konusundaki gayretli çalışmalarını bir kenara koyacak olduğumuzda bu alanın eksikliği ciddi bir biçimde hissediliyor. Bu eksiği gidermeye yönelik çalışmalar yapılıyor mu ülkemizde? Çeviri faaliyetleri ne düzeyde mesela?

Sanırım Kültür Bakanlığı bir şeyler yapıyor. Çok hızlı bir kültür alış verişi yok. Biraz da kişisel çabalar olmalı. Tanıştığımız iyi yazarlar için referans olmalıyız. Bu konularda yatırım yeterli değil diye düşünüyorum. İyi bir araştırma çalışması da şart. Hece’yi kutluyorum bu büyük emek isteyen sayılar için. Çok değerli çabalar, Allah vakitlerini bereketlendirsin.

Sizin söz konusu –Arap, Fars vs- yazarlardan takip ettikleriniz, varsa kimler?

Tercüme edilince ya da İngilizce yayınlanınca izlediğim kişiler var. Aslında hepimizin bildiği kişiler. Tahar ben Jellon, Sadık Hidayet, Hanif Kureyşi, tanıştığım ama Arapça bilmediğimden okuyamadığım Nadia Khost, Miral el Tahawi ve haklarındaki hiçbir yazıyı, haberi ve şiirini kaçırmak istemediğim Furug, Sohrap Sepheri sayabileceğim bazıları…

Peki, şu sıralar ne okuyorsunuz?

F. Aliye’nin Refet’i, Müge İplikçi’nin Kafdağı’’sı, İbrahim Tenekeci’nin bütün şiirleri yeniden, Karagöz, Fayrap, Dergâh eski sayılar. Tarkovsky’den Mühürlenmiş Zaman, sırayla yanımda gezip duruyorlar.

Başucu kitaplarınızı sorsak? Biraz da biz gençlere tavsiye niteliğinde.. “Kesin okunmalı” dediğiniz kitapları merak ediyoruz açıkçası.

Seyyid Kutub’un Fizilal il Kuran’ı, Kandehlevi’nin Hayatü’s Sahabe’si, Sezai Karakoç kitapları, Ali Şeriati ve Cemil Meriç külliyatı, Turgut Uyar’dan Büyük Saat, Hz. Adem , İsa, Ali ve peygamberimizi anlatan ehil ellerden çıkmış siyer kitapları…aslında böyle sorular afallatıyor beni. İnanın çok zorlanıyorum. Haddimi aşmak istemiyorum. Çok kitap var. Zamanla değişir, yeniden kurulur başucu kitapları. Birden şu geliyor aklıma: Mecid Mecidi’nin Baran filmini seyretmeyen kalmasın. Birçok kitaptan iyidir. “hepisinden iyisi bir gönüle girmektir” demek istiyorum absürd bir bitirişle.

E, sormasak olmaz: ufukta yeni kitap projesi var mı?

Hepsi hikâye yazdıklarımın ya, ben de yine bir hikaye kitabı hazırlıyorum. Bir de İstanbul öyküleri yazıyorum.
Yıldız Ramazanoğlu’nun yazmak isteyen gençlere tavsiyeleri neler?

Bu bir tutku. Azim istiyor. Engelleri kaldırmak için kararlılık gerekir. Okura odaklanmaya hiç gerek yok. Uzun vadeli bir çaba. Disiplin emek ve azim istiyor. Neredeyse hayatı adamakla özdeş bir çalışma şart. Her gün yazmak lazım. Kesintiler ketleyebilir. Dünyevi karşılık beklememek şart. Aksi halde yılabilir genç bir insan. İçimizde Allah’a yakın olmakla telif etmeliyiz ki beyhude bir iş olarak görünüp içimizi çürütmesin.

Çok teşekkür ediyoruz Yıldız Hanım.


Söyleşen, Ammar Kılıç.

...

Hiç yorum yok: