12 Şubat 2009 Perşembe

muktedirler mahkemeye düşünce | mithat sancar

Mehmet Ağar, mahkemeye düşmüş; yani hâkimin huzuruna çıkmış. Muktedirler için mahkemeye düşmek, gerçekten “düşmek”tir; hâkimin huzuruna çıkmak, gerçekten “huzur”dan çıkmaktır, sonunda hüküm giymeseler de daha baştan huzursuzluğa mahkûm olmaktır.

Bir zamanlar, ekrandaki görüntüleriyle, hatta sadece isimlerinin anılmasıyla bile insanları huzursuz edebiliyorlardı; bir kelimeyle istedikleri kişiyi istedikleri yere düşürebileceklerini hissettirmekten hoşnut, sonsuz kasılabiliyorlardı.

Onlara bu imkânı veren, “dokunulmazlık”tır; ne yaparlarsa yapsınlar, kimsenin onlara dokunamayacağına dair inançtır. Zira iktidarın ruhu, dokunulmazlıkta saklıdır. Bir muktedire dokunulduğu anda, o ruh uçar, geriye bütün zavallılığıyla ölümlü bir beden kalır.

Şimdi Ağar’a bakın, o kara ruhtan eser yoktur. Bir zamanlar, böbürlenerek “bin gizli operasyon”dan söz eden; “Türkiye bir San Marino değildir, etrafı ateşle çevrili bir ülkede değişik örgütlenmelere gidilmesi kaçınılmazdır” diyebilen o “yeryüzü Tanrısı edalı adam”, şimdi sorular karşısında kem küm ediyor.

Ergenekon’dan tutuklu generallere bakın, yine aynı şeyi görürsünüz. Kendilerini acındırmaktan bile medet umuyorlar. Hepsi sürekli hasta; onları cezaevinden kurtaracak bir rapor peşinde koşturuyorlar.

Arjantin’de cunta yıkıldıktan sonra, generallerin mahkemeye çıkarılmalarını, sanık sıralarında süklüm püklüm oturmuş hallerini hatırlıyor musunuz? Arjantin cuntasının sembol ismi ve korkunç yüzü Videla’nın geçtiğimiz aylarda yeniden hapse konduğunu, kurtulmak için sağlık bahanesine sığınmasını herhalde bu ülkede çok az kişi bilir. Onları bu hale düşüren, mahkemeye düşmüş, yani kendilerine dokunulmuş olmasıydı.

Peki, Pinochet’nin Londra’da gözaltına alındığı ve aylarca ev hapsinde tutulduğu zamanları hatırlıyor musunuz? Tek sığınağı, hastalık iddiasıydı. Londra’da kaldığı süre içinde hep tekerlekli sandalyedeydi. Uzun tartışmalardan sonra Londra’daki mahkeme, Pinochet’nin yaşlılık ve hastalık nedeniyle yargılanamayacağına karar verdi. Pinochet, Şili’ye gitmek üzere uçağa bindiğinde, yine tekerlekli sandalyedeydi. Uçak Santiago Havaalanı’na varır; Pinochet kapıda görünür, hâlâ tekerlekli sandalyededir. Ama o da ne! Yere iner inmez, tekerlekli sandalyeden adeta zıplayarak kalkar. Demek ki, aylarca numara yapmıştır.

“Haberim olmadan Şili’de yaprak kıpırdamaz” diyen o acımasız diktatörü bu zavallı hale düşüren de, ona dokunulmuş olmasıydı. Pinochet, o an bitmişti; “siyaseten ölmüştü”. O dokunuş, Şili’deki korku duvarının yıkılmasını da sağlamıştı. Savcılar, art arda davalar açmaya başladılar. Gerçi bu davaların hiçbirinden mahkûmiyet almadı; zaten öldüğünde çoğu dava henüz sonuçlanmamıştı. Davalar yağmur gibi geldikçe, her şeyi inkâr etti. Oysa bir zamanlar, işkenceyi bile açıkça savunuyordu. Ona göre, ülkeye komünizm mikrobu bulaşmıştı, bu mikrobu yok etmek için işkence dahil her türlü yöntemi kullanmak gerekiyordu. Yargısız infazlar, kaçırma ve kaybetme uygulamaları gündeme geldiğinde, şu cevabı veriyordu: “Demokrasi arada bir kanla yıkanmalıdır ki, varlığını sürdürebilsin.”

Pinochet’nin Londra’da gözaltına alınması, Şili’de farklı tepkilere yol açmıştı. Türkiye’de Ergenekon operasyonu çerçevesinde “büyük isimler”e dokunulmasının doğurduğu tabloyu anlamak bakımından önemli dersler içeriyor Şili’deki tecrübe. Bu tepkileri üç grupta toplamak mümkün:
- Pinochet’nin gözaltına alınmasını, “çok gecikmiş nihaî bir hesap, bir tür ilahî adalet olarak değerlendirenler.
- Bu olayı “milli gurura ve bağımsızlığa ağır bir hakaret olarak görenler.
- Olaya şüpheyle yaklaşanlar; bin bir gerekçeyle açık tavır koymaktan kaçınanlar.

İkinci gruptakiler, yani Pinochet’nin açık yandaşları, “kendilerini yabancıların saldırılarına ve sömürgeciliğe karşı ulusun savunucuları olarak ilan ettiler”. Bu pervasızlığa, hangi akıl inanır, hangi yürek dayanır, diyeceğim, ama ülkemize bakınca, bunlardan her yerde her zaman epeyce bulunduğunu kabul etmek zorunda kalıyorum. Sanki Pinochet, 11 Eylül 1973’teki darbeyi, “ulusal güçler” adına emperyalizme karşı yapmıştı. Sanki Pinochet yönetimi, 17 yıl boyunca uluslararası tekellere, ABD’nin “milli güvenlik doktrinine uşaklık etmemiş de; dış güçlere karşı “milli duruş” sergilemiş, “milli onur”un bayraktarlığını yapmıştı. “Dış güçler”, “milli gurur”, “milli egemenlik”, “milli duruş” ve hatta “emperyalizm” kelimeleri nelere kadir olabiliyorlar, değil mi?

Aslında en büyük muktedir, ne şu ne budur; “korku”dan başkası değildir; herkese diz çöktürebilir, herkesi bir anda hiçleştirebilir. Ergenekon operasyonu, korku duvarının yıkılması için bulunmaz bir fırsattır. Yıkım başlamıştır; onu tamamlamak için cesaret ve basirete ihtiyaç var.

Ergenekon’da, tarihi kan ve kirle yazılmış bir zihniyetin, bir yönetim anlayışının, bir toplum tasavvurunun çıplak hale gelmesi söz konusudur. Üzerine ışık düşünce, yaşaması mümkün olmayan bir mikrop yuvasıdır ortaya çıkmakta olan.

Ağar’ın her zaman kara gözlüklerin arkasına saklamaya çalıştığı gözlerinden geriye doğru bakın, Susurluk diye anılan o kan gölünü ve bataklığı göreceksiniz. Oradan daha öteye bakın, daha neleri göreceksiniz. Bakın Karamehmet olayına; Ahmet Altan’ın dediği gibi, bütün bir yapının ve sistemin mide bulandırıcı anatomisini göreceksiniz.

Kan ve kirle örülmüş ve şimdi bir bir delinmekte olan dokunulmazlık zırhlarını parçalamak için, meselâ Cumartesi Anneleri’nin yeniden eylemlerine başlamalarında olduğu gibi, geçmişi sürekli hatırlatmak çok gereklidir. Zira Galeano’nun dediği gibi “dokunulmazlık kötü hafızanın yavrusudur”. “Yüzümüzde olduğu gibi ensemizde de gözlerimiz olmalı,” diyor Galeano; “çünkü iyi biliyoruz ki, binlerce kez tökezlenen taşlarda yine tökezlememek ve her zamanki tuzaklara düşmemek için, ileriye doğru bakarken geriye doğru da bakmak kaçınılmazdır.”

taraf, 12 şubat '09

Hiç yorum yok: