24 Şubat 2009 Salı

28 şubat vicdan mahkemesi


DARBEYE KARŞI 70 MİLYON ADIM KOALİSYONU
28 Şubat Vicdan Mahkemesi


Taksim Square Hotel

15.00 - 18.00

28 Şubat Vicdan Mahkemesi Başkanı: Fatma Benli
Mahkeme Heyeti: Nihal Bengisu Karaca, Mutlu Tömbekici, Yıldıray Oğur, Rojin, Sibel Uzun, Zeynep Tanbay, Gökşen Şahin, Cansu Vardan
Açılış Konuşmaları
Fethiye Çetin – 12 Eylül Vicdan Mahkemesi Başkanı
Ali Bayramoğlu

İddianamenin okunması: Av. Cüneyt Toraman

Tanıklar: Salim Uslu, Cengiz Çandar, Nurettin Şirin, Tarık Tufan, Muhammet Emin Özkan, Kamil Uğur Yaralı, Yıldız Ramazanoğlu, Atilla Dede, Akın Birdal, Ufuk Telör, Hakan Tahmaz, Volkan Akyıldırım, Reşat Petek, Neslihan Akbulut, Ayhan Ongan, Gülsüm Önal, Medine Bircan (Canlandırma)

Kararın açıklanması

Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu kimdir?
Çeşitli sivil toplum örgütleri ve siyasi partilerin ve bireylerin oluşturduğu ‘Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu’, 21 Haziran 2008’de İstanbul’da, 26 Temmuz 2008’de Ankara’da darbeye karşı mitingler düzenledi. Koalisyon 12 Eylül’de düzenlediği Vicdan Mahkmesi ile darbecileri vicdanlarda mahkum etti. 28 Ocak Çarşamba “Ergenekon Çetesinden Davacıyız” forumunu ve 31 Ocak’ta “Ergenekon Çetesinden Davacıyız” eylemini düzenledi. Darbelere Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu darbe yıldönümlerinde Vicdan Mahkemeleri düzenleyemeye devam edecek.

70milyonadimkoalisyonu@gmail.com

23 Şubat 2009 Pazartesi

bir tek dileğim var, mutlu ol erbil | yıldıray oğur


ERBİL
Uçakta yanımda oturan yaşlı kadının ısrarlı ikramlarından anladım güzel bir yere gittiğimi.

Peki, gittiğim bu güzel yerin adı neydi?..

Rivayetler muhtelifti.

Irak’ın kuzeyinden bir yerlerden yola çıkıp Kuzey Irak’a gitmenin anlamsızlığını uçak daha havadayken keşfetmem çok zor olmadı.

Buranın aslında Irak bile olmadığını anlamak için ise Saddam döneminden kalma Irak bayrağının burada gördüğü üvey evlat muamelesini görmek gerekti.

Erbil’de bulunan her müsait ya da münasebetsiz yere ortasında sarı bir güneş olan kırmızı-yeşil-beyaz Kürdistan bayrağı asılmış. Türkiye’den buraya sadece çubuk kraker değil, o dev bayrak gönderlerinden de ithal edilmiş anlaşılan. Ama “Türkiye’de birlik ve beraberliğimize kast edenlere karşı” dikilen o gönderler, burada “Irak’ın birlik ve beraberliğine kastetmiş” Kürdistan bayraklarını taşıyor.

Aslında Erbil’in her yerinden yükselen “Bir tek dileğim var mutlu ol yeter” melodilerine, tek kelime Türkçe bilmeyip “Kurtlar Vadisi ne zaman başlayacak” diye soran insan sayısının, “Türkiye Erbil’e ne zaman konsolosluk açacak” diye soranların birkaç kat üstünde olduğuna bakınca buraya Kuzey Irak yerine Güney Türkiye demenin daha doğru bile olacağını düşünüyorsunuz.

Ama sakın “Kuzey Iraklılık”tan yeni yeni kurtulmaya çalışan Kürtlere bunu söylemeyin. Onların mutlu olması için bizden tek bir dileği var: Bu güzel yerin adının Kürdistan olduğunu kabul etmemiz. Zor değil; 100 kez söyleyince alışıyorsunuz.

Bu arada çaktırmadan bu şehrin adının Erbil olduğunu söylediğime de bakmayın. O konuda da rivayet muhtelif. Kürtler için burası Hewlêr. Ama anladığım kadarıyla buraya Erbil denmesine bir Hint milliyetçisinin Mumbai yerine Bombay denmesine kızdığı kadar kızmıyorlar. Bu daha çok Tunceli-Dersim problematiğine benziyor. Amed-Diyarbakır da olabilir.

Erbil (kızmadıklarına göre) hakkındaki rivayet bile kabul etmeyen en çıplak gerçek şüphesiz şehirdeki Barzani hâkimiyeti. Şehrin en güzel yerine yerleşmiş Barzani ailesini ortalıklarda dolaşırken gören kimseyle tanışmadım. Ama Mesut Barzani ve babası Mustafa Barzani her yere asılan resimleriyle 24 saat Kürtleri izlemekte. Bu resimlerden en ilginci havaalanındaki arama noktasına asılmış Barzani’yi üstü aranırken gösteren resim.

Ama, “Barzani’yi bile arıyoruz sana ne oluyor” gibi bir mesaja Erbillilerin ihtiyacı var mı, doğrusu bilemiyor insan. Çünkü yola ayak bastığınızda bile arabaların yavaşlayıp yol verdiği bir yerden bahsediyoruz. 10 yıldır sadece üç kez hırsızlık vakası olmuş. Şehri birlikte gezdiğimiz Abdülmelik Fırat’ın torunu Diyar’ın dikkatini çekince fark ettim: Sokaklarda önünde dolar desteleri öylece oturan satıcılar var. Onların rahatlıkları sizi bile endişelendiriyor. Dükkânlar bez bir örtü gerilerek kapatılıyor. Bindiğimiz taksinin şoförü iki-üç kelime bile etmememize rağmen yabancı olduğumuzu fark edince bizden para almak istemedi, sonra da zorla uzattığımız üç doları beğenmedi. Havaalanından bindiğim Hello Taxi’nin (dünyanın en lüks taksileri Erbil’de) şoförü 20 dolar yerine 50 dolar verdiğimi fark edince gecenin bir vakti otelime kadar geldi.

Yani dünya gerçekliğinden kopuk insanlar Erbilliler. Fazla iyiler.

Ama Erbil, tam tersine hızla ve büyük bir iştahla o dünyanın tüm gerçekleriyle tanışıyor. Artan petrol gelirleriyle şehrin her yerinde inşaatlar yükseliyor. Yeni ve geniş yollar yapılmış. Çok ucuz olan arabaların pek çoğunun daha koltuk poşetleri bile çıkarılmamış.

Erbil’in tanıştığı dünyanın başka türlü gerçekleri de var. Havaalanından itibaren her yerde karşınıza çıkan Bangladeşli genç işçiler o gerçeklerin en acıklı olanlarından biri. “Erbil’in Kürtleri Bangladeşliler” dersem yeterince açıklayıcı olur herhalde.

Uzak diyarlardan Bangladeşli genç işçilerin bile gelip keşfettiği Erbil’i, kuzey komşu Türkiye’nin entelektüellerinin keşfetmesi Abant Platformu’nun Erbil toplantısına kısmet oldu. Ancak son gün oturumlarına yetişebildiğim toplantıyı tarihî yapan da zaten hararetli oturumlarda neler konuşulduğundan çok bu keşif ve karşılaşmaydı.

Bir zamanlar buradaki insanların Türkiye’deki muhatapları Necati Özgenler, Hasan Kundakçılar olmuştu. Bu toplantıyla onların yerini Murat Belgeler, Altan Tanlar, Etyen Mahçupyanlar, Ali Bulaçlar, Bejan Maturlar aldı. Herhalde esas mesele de buydu.

Tuzlu meyve suyunu bugüne kadar keşfetmemiş olmak ise bizim ayıbımız olsun.

Hemen “olur mu” demeyin. Çok güzel oluyor. Hadi, biraz cesaret...
taraf, 19 şubat '09
.

xece | metin&kemal kahraman



eré Xece, tı je asma
gılé koude tıputeynara
bé, anya bé dusté mı
roşt béro na çhımé mı

Xece… Xece… Xece

Xece yena-sona heni dür vındena
je kıle kuta zeré mı, deznena

eré Xece, to remnon
asme ke vejiya, bé peé bon
heni qayte çhımé mı meke
xo darde kon, ax xo kison

kılame: kemal kahraman
qeyde : metin kahraman

türkçesi;

hey Xece sen aysın
dağların doruklarında yapayalnızsın
gel, gel şöyle karşıma
ışığın gözlerime dolsun

Xece... Xece... Xece

Xece gelir-gider, öyle uzak durur
alev gibi düşmüş içime, acıtır

hey Xece, seni kaçıracağım
ay doğunca evin arkasına gel
öyle bakma gözlerime
asarım kendimi, öldürürüm
.

20 Şubat 2009 Cuma

19 Şubat 2009 Perşembe

istanbul valiliği, özgür-der'in kapatılması için dava açtı.

özgür-der'in açıklaması:
İslami Kimliğimiz ve Düşüncelerimiz Suç Kabul Ediliyor!
İstanbul Valiliği Özgür-Der'in Kapatılmasını Talep Ediyor!
19 Şubat 2009
Özgür-Der Genel Merkezi'nin yaşadığımız ülkede bir asra yaklaşan uzun bir zaman diliminde karşılaştığımız haksızlıklara itaat etmeme çağrısı İstanbul Valiliği'nin savcılığa suç duyurusunda bulunması ve Özgür-Der'in feshedilmesini talep etmesiyle karşılık buldu.
7 Kasım 2008 tarihinde Özgür-Der Genel Merkezi, şubeleri ve bazı kardeş kuruluşlar tarafından imza edilip kamuoyuna deklare edilen "İnancımızın ve Kimliğimizin Aşağılandığı; Resmi İdeolojinin Dayatıldığı Törenlere Tavır Alalım!" başlıklı bildiri ile ilgili olarak İçişleri Bakanlığı'nın emri ile İstanbul Valiliği önce İl Özel Denetim Ekipleri tarafından bir denetim gerçekleştirdi. Özgür-Der'in söz konusu bildirisine imza veren şubeler ve diğer dernek ve vakıflarda bu süreçte İçişleri Bakanlığı'nın emriyle teftişe tabi tutuldu. Özel Denetim Ekipleri ile dernek merkezinde yaptığımız görüşmeden elde edilen izlenimler rapora "düşünce polislerinin niyet okuma operasyonları" olarak suçlamalara destek şeklinde mahkemeye intikal ettirilmiş. Ardından da Fatih Cumhuriyet Başsavcılığı'na dernekler kanunundaki bazı maddelere istinaden "Anayasa ve kanunlarla açıkça yasaklanan amaçları veya konusu suç teşkil eden fiilleri gerçekleştirmek amacıyla kurulamaz!" hükmü gereğince Özgür-Der'in kapatılmasını talep ediyor. Ancak Valilik makamı tarafından kaleme alınan suç duyurusunda Özgür-Der'in sadece kanuna değil aynı zamanda ahlaka da aykırı hareket ettiği iddiası yer almakta.
İstanbul Valiliği'nin, Özgür-Der'in amacı dışına çıkarak vatandaşı ayrımcılığa, kutuplaşmaya ve bölücülüğe sevk etmekte olduğu iddiası ile ahlaka aykırılık iddiasını bir araya getirince hem komiklik hem de büyük bir çirkinlik kendini göstermektedir. Ayrımcılık, kutuplaşma ve bölücülüğü esas alan ve üstelik hangi görüş ve inanca sahip olursa olsun resmi tören adı altında yediden yetmişe bütün bir topluma ilkel ve akıldışı saçmalıkları zorla, zorbalıkla dayatmak değil de bu zulümlere karşı çıkmak nasıl olur da suç ve ahlaka aykırılık sayılır?
Bizler Özgür-Der olarak düşünce ve inanç özgürlüğünü bu kadar pervasızca çiğneyen kanunların ve zihniyetin değiştirilmesini talep ediyoruz. Mülki İdare ise inanç ve ifade özgürlüğünü çiğneyen bu kanunları değiştirmek yerine bütün bir ülkeyi resmi ideoloji standartlarında düşünen, inanan ve yaşayan bir robotlar toplumu haline getirmekteki ısrarını sürdürüyor. Bu otoriter ve totaliter siyasetin adalet ve özgürlükleri savunan bir dernek hakkında kapatma davası açmış olması mülki idarenin adalet ve özgürlükler konusundaki düşmanca tutumunu ve yerini net olarak göstermektedir. İnsan iradesini hiçe sayan ve kapıkulu vatandaş hedefini eksiksiz bir biçimde tesis etmek için kanunlardan güç almaya çalışan mülki idarenin, sadece özgürlüklerimizi değil en temel yaşam haklarımızı da yok etmeye yönelik tehlikeli faaliyetler yürüttüğünü, yazdığı ihbar raporundan dahi takip etmek mümkündür. Özgür-Der, Haksöz ve İlkav'a ait internet sitelerinde haberlerin yanı sıra bir suçlu izler gibi yorumları da takibe alan Valilik, İl Özel Denetim Ekipleri ile İl Emniyet Müdürlüğü'nü de harekete geçirmiş. Böylece internet sitelerinde görüşlerini beyan edenlerin de duygu, düşünce ve ifade özgürlüklerinin üzerine kapkara bir gölge düşürülmüştür.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gerek halka rağmen vaz edilen kanunlarla gerekse mevcut kanunları da hiçe sayarak oluşturulan darbelerle bireyi ve toplumu hiçe sayan, insanları iradesiz bir kukla durumuna düşüren geleneğini terk etmelidir. Devlet, bireye ve topluma inanç ve ibadet biçimi dayatmayı, bütün bir toplumu ulus devlet potasında eritmek ve tornadan çıkmış gibi tek tip hale getirmeye, anne-babalarının iradesine rağmen çocuklara ve gençlere ideoloji yüklemeye bir an önce son vermelidir. İstanbul Valiliği'nin suç duyurusu üzerine Fatih Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Genel Başkanımız Hülya Şekerci'nin ifadesine başvuruldu ve derneğimiz hakkında Asliye Hukuk Mahkemesinde kapatma davası açıldı.
Devlet Tanrısı'na, Resmi İdeoloji İlahı'na inanmıyoruz ve bu tip akıldışı, çirkin dayatmalara itaat etmeyeceğiz. İlkel ya da modern hiçbir totemist ritüele tabi olmayacağız. Bizleri Alemlerin Rabbi olan Allah yarattı, O yaşatıyor, O öldürecek, muhakkak ki tekrar diriltip O hesaba çekecek. Kulluğumuz ancak O'nadır. İnancımızı ve kimliğimizi aşağılayan tören ve yasaklara karşı tavır almaya ve insan onuruna yaraşır bir hukuk düzenini tesis edinceye kadar mücadele etmeye devam edeceğiz.
Özgür-Der

grup yorum konseri

28 şubat: türkiye'de bir parti olarak ordu | durde!

» 28 şubat öncesi militarizm?
» 28 şubat sürecinde ne yönde evrildi?
» bugün ergenekon davasıyla birlikte ne durumda?
konuşmacı
• ömer laçiner [birikim dergisi genel yayın yönetmeni]
tarih: 24 şubat salı
saat: 19.00
yer: karakedi kültür merkezi
adres: istiklal caddesi, bekar sokak, no: 16/2, beyoğlu - istanbul
tel: 249 17 76
toplantı herkesin katılımına açıktır...
...

söylem ve hakikat | su hareketi söyleşileri

17 Şubat 2009 Salı

tanrı bana uğramadı bu gece | altay öktem


Tanrı bana uğramadı bu gece
Süt dökmüş kedilerle sarmaş dolaş uyudum
Bir ara terk etmiş gibiydim bedenimi
Çengilerle çalgılarla yalanlar dolanlarla

Çok kalabalık dünya!
Korkuyorum, ukala yastıklara gömüyorum yüzümü
Kapıları kitliyorum; perdeleri
Balmumuyla yapıştırıyorum sokağa
Yine de yer kalmıyor bana; çok kaba bu dünya
Odam çok sıkışık, ruhum görünüyor aynada
Eğri büğrü, kaotik bir beşgen şeklinde
İçinde yumuşak bir yuvarlak var, içimde
İçim dışım tanrılara gebe, aksi gibi
Hiçbiri uğramıyor bana bu gece!

Ben solak bir peygamberim
Tersinden okuyorum bildiğim duaları
Bilmediğim dualar zaten Latince
Zaten annem doğururken öldürmüş beni
Babam durmadan bir mahzene indirmiş
Basamağı gevşemiş bir merdiven şeklinde

Kırık bir yer aynası durup dururken
Kendimi yansıtıyor üstüme
Odam çok kalabalık, rüyalarım karışık
Kadınlar nasıl yatırdıysa artık yatağıma
O incecik, o upuzun bacaklarını
Hepsi tövbe mis kokulu, eğri büğrü tövbe
Yalamaya doyulmaz birer haç şeklinde
Tanrı bana uğramadı bu gece!
.

köylüleri niçin öldürmeliyiz? | şükrü erbaş

Çünkü onlar ağırkanlı adamlardır
Değişen bir dünyaya karşı
Kerpiç duvarlar gibi katı
Çakır dikenleri gibi susuz
Kayıtsızca direnerek yaşarlar.

Aptal, kaba ve kurnazdırlar.
İnanarak ve kolayca yalan söylerler.
Paraları olsa da
Yoksul görünmek gibi bir hünerleri vardır.
Herşeyi hafife alır ve herkese söverler.
Yağmuru, rüzgarı ve güneşi
Birgün olsun ekinleri akıllarına gelmeden
Düşünmezler...
Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz ?

Çünkü onlar karılarını döverler
Seslerinin tonu yumuşak değildir
Dışarda ezildikçe içerde zulüm kesilirler.
Gazete okumaz ve haksızlığa
Ancak kendileri uğrarlarsa karşı çıkarlar.
Adım başı pınar olsa da köylerinde
Temiz giyinmez ve her zaman
Bir karış sakalla gezerler.
Çocuklarını iyi yetiştiremezler
Evlerinde, kitap, müzik ve resim yoktur.
Birgün olsun dişlerini fırçalamaz
Ve şapkalarını ancak yatarken çıkarırlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz ?

Çünkü onlar köpekleri boğuşunca kavga ederler.
Birbirlerinin evlerine ancak
Ölümlerde ve düğünlerde giderler.
Şarkı söylemekten ve kederlenmekten utanırlar
gülmek ayıp eğlenmek zayıflıktır
Ancak rakı içtiklerinde duygulanır ve ağlarlar.
Binlerce yılın kalın kabuğu altında
Yürekleri bir gaz lambası kadar kalmıştır.
Aldanmak korkusu içinde
Sürekli birbirlerini aldatırlar.
Bir yere birlikte gitmeleri gerekirse
Karılarından en az on adım önde yürürler
Ve bir erkeklik işareti olarak
Onları herkesin ortasında azarlarlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz ?

Çünkü onlar yanlış partilere oy verirler
Kendilerinden olanlarla alay edip
Tuhaf bir şekilde başkalarına inanırlar.
Devlet; tapu dairesi, banka borcu ve hastanedir
Devletten korkar ve en çok ona hile yaparlar.
Yiğittirler askerde subay dövecek kadar
Ama bir memur karşısında -bu da tuhaftır-
Ezim ezim ezilirler.
Enflasyon denince buğday ve gübre fiyatlarını bilirler
Cami duvarı, kahve ya da bir ağaç gövdesine yaslanıp
Onbir ay gökyüzünden bereket beklerler.
Dindardırlar ahret korkusu içinde
Ama bir kadının topuklarından
Memelerini görecek kadar bıçkındırlar
Harmanı kaldırdıktan sonra yılda bir kez
Şehre giderler !..

Köylüleri niçin öldürmeliyiz ?

Çünkü onlar otobüslerde ayaklarını çıkarırlar
Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara
Herkesi bunalta bunalta, yüksek perdeden
Kızlarının talihsizliğini ve hayırsız oğullarını anlatırlar.
Yoksulluktan kıvrandıkları halde, şükür içinde
Bunun, tanrının bir lütfu olduğuna inanırlar.
Ve önemsiz bir şeyden söz eder gibi, her fırsatta
Gizli bir övünçle, uzak şehirdeki
Zengin bir akrabalarından söz ederler.
Kibardırlar lokantada yemek yemeyi bilecek kadar
Ama sokağa çıkar çıkmaz sünküre sünküre
Yollara tükürürler...
Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.

Köylüleri niçin öldürmeliyiz ?

Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.
Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
Mülk düşkünüdürler amansız derecede
Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarının ipoteği altındadır.
Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde...

KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL NASIL KURTARALIM ?

keman yayı | taha ayar


Helak edilmiş kavimlerin kanı damarlarımda
mevsimler bir taşın yüzeyine çarpıp
sandalları denizden uyandırırlar

bir gemi deniz üstünde bir keman yayı!

gibi hani yırtar ya meşin köpükleri
işte öylece boşluğa kayan yıldızlar
bir kuşun şehrin içinde çizdiği kavisler
bu akşam ay kesik bir tırnak

kesik bir tırnak bir keman yayı!

derimin altına sığışan
ve parçalarcasına bağrımı tütün
beynimi beşe ona doğrar gibi onbeşe
ve ruhumu yağmalayan ifritler

gıcırdayan göklerde bir keman yayı !

ve gökten kopan bir melek
elinde bir vadiyle bana tutunuyor
birbirine koşuyor eşya

isim, eşya üstünde bir keman yayı!

Kollarım çok sert bugün, kollarım katı
kollarım bilmem hangi mobilyaya böyle iştahla baktı ki yumuşuyor,
yumuşuyor çiğ kefallerden sancıyan karnım
gözlerimi bir çocuğa açıyorum

bir çocuk annesine bir keman yayı!

çekiver saçlarımı rengine,saçlarım gündüzlere
saçlarım parmaklarına uzuyor

parmakların kıbleye bir keman yayı!

Ne üzgünüm bilsen !
midem kirli sularından çamura bulanıyor
bir sıcak odada bir masayla boğuşurken
iradem bir kiraza yenik düşüyor ;
iradem bir zerredir onu parçalarsan melodi
seyret bak ruh bulur cıvıldar sokağımız

ve ki sokaklarımız bir şehre keman yayı!

kollarım yoruluyor sesini dinlemekten
bir çiçek koklasam ve ritme abansam
nerede bu çiçeğin öznesi

Tanrı, bir çiçeğe bir keman yayı!

bir kadının soyunurken kendi vücudundan
göğüslerinden, kendi bileklerinden,
aynaya yapışmış mavi gözlerinden korkması
bir keçinin boynundaki ipin düğümlendiği kazığa öylece öylece bakması
korkuyorum kadından,
korkuyorum boynumdan,
inip bahçeye ben de mi baksam ilmeğe?
gözlerimi karanlığa kesip girsem
o bir buket mavinin
saçlarından tavana,
asılı olduğu kadının ovasına,
korktuğu aynaya bir yumruk sallasam
yüzümüzü kaybetsek ,
ve onun gözlerini eritip
bir barbar titizliğiyle kendime savaş aletleri yapsam,
ya da göçmüş avurtlarını emsem,
tekrar yaratılsan benden!
belki o zaman kadından tılsım kalkar

Adem, Havva'ya bir keman yayı!

kahkahalarla denize yakarıyorum.
bilinsin!
göklerin kodesinde bana ayrılan ezgiyi söylemeyeceğim
yakarıyorum ama
ölen kardeşlerimi bağışla toprağa!
ölen kadınımı bir sahile taşıyıp,
denizin sularının çekilmesini bekleyen bendim!
çünkü yüreğim inciniyor ezdiği ordularımdan
bilinsin!
korkan, bendim gözlerinden!

çünkü aşk; insanoğlu için bir keman yayı!

şimdi boşluyorsa cesedi denizlerin üstünde
ve güneş akdenizde bir çıban gibi sendeliyorsa
ve yarılan gökte bir yıldız enkazı,
iğrenç bir yarık gibi duruyorsa
ve durulmuyorsa güz'le bastıran kışların sis'i
gök tekrar yarılmayacak ve yarığından bir parça esenlik buyrulmayacak

-okunamayan bir abidedir, kadın
güzelliğinden bir abide gibi vazgeçen kadın,
yatarken; yastığına dişlerini geçirir
ve dişetleri kanayana dek uyuyamaz.
ağlayamaz ki o,
göklere kıstırdığı şarkısını mırıldansın
o kadın; erk sahibi bir ademoğludur artık

kadın, hüzne bir keman yayı!

ben de itiraf ediyorum göğün çıplaklığını
ve deniz suyu sahici değil!
bana destek çıkan nehirler bilirler ki;
çok yıkadım orda ayaklarımı
ayaklarıma kapandım
ve fırtınadan korunmak için
içlerine çok sığındım

ki; göklerdi yerler için bir keman yayı!

sürçmez mi, hiç telini yitirmez mi
yeknesak bir seyyah mıdır? her mezra da, oba da
bizi soruşturuyor,
beni soruşturuyor,
şakağımı yoklasam biraz jiletle çiziktirsem
altından
yüzü sürekli kasılmış
mavi penyeli çocuk
sabahtantır beklenen cılız yağmur
bir kelebeğin kanadını paralamaktan başkaca bir işe yaramadı
çok önceden yağmur yağmur bir çatıyla
ovuyorum gözlerimi
öteye çömeliyorum
gaybten korkunç patırtılar

Gayb ki; gerçeğe bir keman yayı!

işittim helak edilmişlerin başına gelenleri
işittim göğün sadık göründüğü bir günde ihanetini
çekirge sürülerinin ekinlere saldırışı
doğuyu bir melek kokusu tuttu
batıyı bir melek
kuzeyi bir
güneyi...
ağızlarına bir gürültü takınmışlardı,
edaları tuhaftı
denize eşit bakışlı bir melek,
haberimiz olmadan yıldızların yerini değiştirdi;
gökten yırttığı bir parçayı,
körlerin gözüne yamadı
hayır !
onarmaya gelmedi bu defa kentimizi
kaşları çatılmış demek ki!
çok çetin geçecek bu yaz çünkü cenk var!
rahmet bir portakal kabuğuna bürünmüş
ki, yasak meyvesidir artık buranın turunçları
melek sustu,
tuğlaları kırarak oyunlar bulan çocuklara doğru çevirdi denize eşit bakışlarını,
ve çocukları zembillerle çekmeye başladı yukarı
ırmağa bile biraz çocuk sesi sinmişse
Göğe bir ark deşildi;
Irmak göğe çekildi ;
Panayır hala şendi ;
Sümer kilimleri,
Urartu şerbetleri,
Gazel okuyan araplar;
Tüccar yahudi oymakları,
Akad, Babil, Mezra Botan Cizira Botan...

geniş bir alana koşulmuş bir tay gibi uygarlık
için helak, bir keman yayı!

Zaman, ibrik devrilirken kaybolan gölge
Etrafımızı saran buzlu cam
Esirge bizi ey zaman kuytuluklarından
Sen her zaman bir kadının suratına kazınmış olgun ifade
Bir taşa oyduğumuz heykele gizlice giren zorba konuk
Ardından intihar, buzlu camı kırmaktır
Ağ içre cinnet kavrar bedenimizi
Ardından intihar, bu ağdan kurtulmaktır
Ya bileğinde ya şakağında hafif sancısı
Tüm ırkları eşit yapan kuram
Değil başkasının cebinden zekat veriyoruz
Biz de ağzını aradık o leşin

İntihar cehenneme bir keman yayı!

ben böyle başı ve kalemi olan
bir ademoğlu olarak elimdeki sandukaların içine
bir küp şeker bırakmasaydım
çocukluğum canlanır
ve üstüme doğru çullanmaya yeltenirse
çocukluğumun öfkesinden korurmusun beni?
bilsen ne çok korkuyorum? etimde şişmiş elleri üç imam'ın
bir imamdan çok korktum elleri hala var mı?
siyah mı cübbesi rüzgarda bağırıyor mu hala ?
o rüzgar hala esiyor mu?
ölümden değil üzerime tutacakları
o hortumdan tedirginim!
şimdiden üşüyorum çıplaklığımdan
çıplaklığıma şafakları giydirin!
bronz bir telle boğun parmaklarımı
o civcivi boğan katil ırmağa atın!
yalandı şahdamarı oldukları kainatin ırmaklar
ırmakları dudağımı ısıran bir karıncadır.
şehirse buna koşut durgun bir tırtıldır

çıplaklığım; çocukluğuma bir keman yayı!

Kırmızı kadifeden dekoltesi bir fahişenin
Dişlerinden öperek uyuyorum sanki her gece
Sabahı kurtarılmış günlerde mahyalar ışıldarken
Fahişeler tövbe ederlerse
toprak çiğnemelerini bir iğde yaprağını ve bir
ormanı doya doya seyretmelerine izin verilir
Kafam da bir orospudur
Onu hangi kitaba sürsem orada uyuklar kalır

Fahişeler piçlere bir keman yayı

bu sokak çeşmesinden cam mı akar ?
rengi griyse şayet kulak kesil
şehrin tümüne yayılan iniltiyi hissediyor musun?
uzun süre susman lazım,
sokakları sağaltan bir ananın adımları
bereketli değil artık.
Tanrım! uzat tırnaklarımı!
ben bir yıldızı somururken
ben boşluğun serseri banisi
yıldızlar kederlendiğinde;
ay ve sema dürüldüğünde;
ve varlığın namusu gerçek
aklın egemenliğince kirletildiğinde!
Tanrım! tekrar deremez misin çiçekleri ?
bir örnek getiriyorum bahçelerden
bahçelere göre dürüst kıl meyvaları
kafamda imkansız bir soru
kalbime saldırıyorum
ne hazin bir bölge! heyhat!
ne kanlı bir hesaplaşma bu
ne dur durak bilmez yollar geçtim
kulak kabarttım damarıma
soracağım sorunun yanıtı sendedir ey damar-ı kalbimin
kulak kabarttım ve göğsüme fısıldadım:
-Ey kalbim
SEN KİMİN İÇİN BİR KEMAN YAYI?

...
izdiham.com

13 Şubat 2009 Cuma

mevsim, tahassur ve efendim | yahya kurtkaya

-birinci gazel-

bir damla kucağında ateş söner efendim
bağıştır kelâm güne akşam döner efendim

parmağımdan yorgunluk şiir emziren âh’ın
mihrâbına dökülsün teker teker efendim

çöl kırığı mecâlken hasret büyütür dünya
sadağında gül bile acı çeker efendim

çatlamak şöyle dursun sağında melâlimin
buz kesip hicrân olur öyle gider efendim

lâl makamına meyyâl bilse garîb hâlini
mahzûn renkli vechinde sürûr eder efendim

mümkünse çoğalayım nisan altında imlâ
sırrımı öpüverdi oldu miğfer efendim

hurûfat kervanında heyhat nâkıstır gâye!
tekmil nazar kapında eşya nefer efendim

makbûl niyâz bahsinde tebessüm kirpiklerim
yükselir mâbedine eşref iner efendim

arz-ı hâlim ne cüret âciz kelâm ve dilim
andıkça mesrûr olup derdim diner efendim


-ikinci gazel-

kervan suda eğleşti rüzgâr poyraz efendim
çöl nihâyet eyledi zaman mecaz efendim

şiltesinde ağaran dervişana gül gerek
ecrin bahis anında bize niyaz efendim

tırnağımla kazıdım içerime melâli
kirpiklerim aczine derman biraz efendim

tasvir için zülâli ar gerek hurûfâta
nazar buyur o vakit sana iyâz efendim

dökülür yaprak yaprak zamanın taneleri
esridikçe sükûnet ‘kabuldür’ yaz efendim

sözümüz kadar yazık düştüğümüz karanlık
ışık senden vurmalı biraz beyaz efendim

efendim, hicâb olsun gayrı hâlet afâki
teskin olayım sözle zaman araz efendim

-son beyt-

bir kapı aralandı geldik dünya efendim
senden gayrı ne varsa bildik hülya efendim

şart | sümeyye betül

bir
-yalnız müntehir ateşinin şahididir-

intiharı birikmiş camlardan sarkıtalım fuzuli’yi
çünkü şairleri yakalım en çok şiirlerinden sonra
baharmış yine sarıya boyanalım saçlarımızdan ağaca duralım toprağa
gözüm! kör bakalım taşlara otursunlar içimize ağlasınlar
bu isyanımın tasdikidir bağırın beni vurun beni vurun

beni v u r u n . . .
beni
kalemimi on parmağımdan kırsınlar
affetmesin beşir fuad doktor zahmetini
üçüncü katta kalıyorum sık sık boğuluyorum
para yetmeyince kurşuna seni özlüyorum
hükmüm kırk harun bekleyişinde.

iki
- unuttuğunun tozunu içine çekmektir nevha-

ben ölünce yanıma göm nazını, batsın kara topraklara leheeey
aklımı çarpan ritimler zeka ekseninden kovulsun
vakte ihaneti çeksin muhabir şam sabahlarına
zannımı zehir tutsun nasıl da kandırdım kendimi
sularda güler aynalarda ağlarım madem
ertele geçmişi ölümün adını biçtim ardından

güle bakarım dün olur
yarın ölürüm bir ömür.

üç
-hitama ermiş her söz vasiyettir-

kayda geç hatamı gençliğine ders olsun üç koyu şartın gölgesi
sır saymak bilmez öğüdümdür; tut!
ki gömleğim cebirdir baş edemezsen
toysun benim kadar ölmek için gençsin /daha
hacminden taşar bu boşluk
şarkım:
bitiyor ama sen bekleme
ben öldümdü
öleceğim daha/.

12 Şubat 2009 Perşembe

ez ji te hez dikim | yaşasın halkların sevgililiği

yurttan kürtçe sesler korosu
Seni Seviyorum
I Love You
Ich Liebe Dich
Je T’aime
Hepsini biliyorsunuz değil mi?
14 Şubat Sevgililer Günü'nde, Türklerden ve Kürtlerden oluşan koromuz şarkılarla
‘EZ JI TE HEZ DIKIM’
diyor.
Konserimize davetlisiniz.
Şarkılara eşlik etmek zorunlu, sahneye çıkmak serbesttir.
14 şubat '09 cuma ertesi
19:00
muammer karaca tiyatrosu
[tabi ki konser ücretsizdir.]
gençsiviller
.

muktedirler mahkemeye düşünce | mithat sancar

Mehmet Ağar, mahkemeye düşmüş; yani hâkimin huzuruna çıkmış. Muktedirler için mahkemeye düşmek, gerçekten “düşmek”tir; hâkimin huzuruna çıkmak, gerçekten “huzur”dan çıkmaktır, sonunda hüküm giymeseler de daha baştan huzursuzluğa mahkûm olmaktır.

Bir zamanlar, ekrandaki görüntüleriyle, hatta sadece isimlerinin anılmasıyla bile insanları huzursuz edebiliyorlardı; bir kelimeyle istedikleri kişiyi istedikleri yere düşürebileceklerini hissettirmekten hoşnut, sonsuz kasılabiliyorlardı.

Onlara bu imkânı veren, “dokunulmazlık”tır; ne yaparlarsa yapsınlar, kimsenin onlara dokunamayacağına dair inançtır. Zira iktidarın ruhu, dokunulmazlıkta saklıdır. Bir muktedire dokunulduğu anda, o ruh uçar, geriye bütün zavallılığıyla ölümlü bir beden kalır.

Şimdi Ağar’a bakın, o kara ruhtan eser yoktur. Bir zamanlar, böbürlenerek “bin gizli operasyon”dan söz eden; “Türkiye bir San Marino değildir, etrafı ateşle çevrili bir ülkede değişik örgütlenmelere gidilmesi kaçınılmazdır” diyebilen o “yeryüzü Tanrısı edalı adam”, şimdi sorular karşısında kem küm ediyor.

Ergenekon’dan tutuklu generallere bakın, yine aynı şeyi görürsünüz. Kendilerini acındırmaktan bile medet umuyorlar. Hepsi sürekli hasta; onları cezaevinden kurtaracak bir rapor peşinde koşturuyorlar.

Arjantin’de cunta yıkıldıktan sonra, generallerin mahkemeye çıkarılmalarını, sanık sıralarında süklüm püklüm oturmuş hallerini hatırlıyor musunuz? Arjantin cuntasının sembol ismi ve korkunç yüzü Videla’nın geçtiğimiz aylarda yeniden hapse konduğunu, kurtulmak için sağlık bahanesine sığınmasını herhalde bu ülkede çok az kişi bilir. Onları bu hale düşüren, mahkemeye düşmüş, yani kendilerine dokunulmuş olmasıydı.

Peki, Pinochet’nin Londra’da gözaltına alındığı ve aylarca ev hapsinde tutulduğu zamanları hatırlıyor musunuz? Tek sığınağı, hastalık iddiasıydı. Londra’da kaldığı süre içinde hep tekerlekli sandalyedeydi. Uzun tartışmalardan sonra Londra’daki mahkeme, Pinochet’nin yaşlılık ve hastalık nedeniyle yargılanamayacağına karar verdi. Pinochet, Şili’ye gitmek üzere uçağa bindiğinde, yine tekerlekli sandalyedeydi. Uçak Santiago Havaalanı’na varır; Pinochet kapıda görünür, hâlâ tekerlekli sandalyededir. Ama o da ne! Yere iner inmez, tekerlekli sandalyeden adeta zıplayarak kalkar. Demek ki, aylarca numara yapmıştır.

“Haberim olmadan Şili’de yaprak kıpırdamaz” diyen o acımasız diktatörü bu zavallı hale düşüren de, ona dokunulmuş olmasıydı. Pinochet, o an bitmişti; “siyaseten ölmüştü”. O dokunuş, Şili’deki korku duvarının yıkılmasını da sağlamıştı. Savcılar, art arda davalar açmaya başladılar. Gerçi bu davaların hiçbirinden mahkûmiyet almadı; zaten öldüğünde çoğu dava henüz sonuçlanmamıştı. Davalar yağmur gibi geldikçe, her şeyi inkâr etti. Oysa bir zamanlar, işkenceyi bile açıkça savunuyordu. Ona göre, ülkeye komünizm mikrobu bulaşmıştı, bu mikrobu yok etmek için işkence dahil her türlü yöntemi kullanmak gerekiyordu. Yargısız infazlar, kaçırma ve kaybetme uygulamaları gündeme geldiğinde, şu cevabı veriyordu: “Demokrasi arada bir kanla yıkanmalıdır ki, varlığını sürdürebilsin.”

Pinochet’nin Londra’da gözaltına alınması, Şili’de farklı tepkilere yol açmıştı. Türkiye’de Ergenekon operasyonu çerçevesinde “büyük isimler”e dokunulmasının doğurduğu tabloyu anlamak bakımından önemli dersler içeriyor Şili’deki tecrübe. Bu tepkileri üç grupta toplamak mümkün:
- Pinochet’nin gözaltına alınmasını, “çok gecikmiş nihaî bir hesap, bir tür ilahî adalet olarak değerlendirenler.
- Bu olayı “milli gurura ve bağımsızlığa ağır bir hakaret olarak görenler.
- Olaya şüpheyle yaklaşanlar; bin bir gerekçeyle açık tavır koymaktan kaçınanlar.

İkinci gruptakiler, yani Pinochet’nin açık yandaşları, “kendilerini yabancıların saldırılarına ve sömürgeciliğe karşı ulusun savunucuları olarak ilan ettiler”. Bu pervasızlığa, hangi akıl inanır, hangi yürek dayanır, diyeceğim, ama ülkemize bakınca, bunlardan her yerde her zaman epeyce bulunduğunu kabul etmek zorunda kalıyorum. Sanki Pinochet, 11 Eylül 1973’teki darbeyi, “ulusal güçler” adına emperyalizme karşı yapmıştı. Sanki Pinochet yönetimi, 17 yıl boyunca uluslararası tekellere, ABD’nin “milli güvenlik doktrinine uşaklık etmemiş de; dış güçlere karşı “milli duruş” sergilemiş, “milli onur”un bayraktarlığını yapmıştı. “Dış güçler”, “milli gurur”, “milli egemenlik”, “milli duruş” ve hatta “emperyalizm” kelimeleri nelere kadir olabiliyorlar, değil mi?

Aslında en büyük muktedir, ne şu ne budur; “korku”dan başkası değildir; herkese diz çöktürebilir, herkesi bir anda hiçleştirebilir. Ergenekon operasyonu, korku duvarının yıkılması için bulunmaz bir fırsattır. Yıkım başlamıştır; onu tamamlamak için cesaret ve basirete ihtiyaç var.

Ergenekon’da, tarihi kan ve kirle yazılmış bir zihniyetin, bir yönetim anlayışının, bir toplum tasavvurunun çıplak hale gelmesi söz konusudur. Üzerine ışık düşünce, yaşaması mümkün olmayan bir mikrop yuvasıdır ortaya çıkmakta olan.

Ağar’ın her zaman kara gözlüklerin arkasına saklamaya çalıştığı gözlerinden geriye doğru bakın, Susurluk diye anılan o kan gölünü ve bataklığı göreceksiniz. Oradan daha öteye bakın, daha neleri göreceksiniz. Bakın Karamehmet olayına; Ahmet Altan’ın dediği gibi, bütün bir yapının ve sistemin mide bulandırıcı anatomisini göreceksiniz.

Kan ve kirle örülmüş ve şimdi bir bir delinmekte olan dokunulmazlık zırhlarını parçalamak için, meselâ Cumartesi Anneleri’nin yeniden eylemlerine başlamalarında olduğu gibi, geçmişi sürekli hatırlatmak çok gereklidir. Zira Galeano’nun dediği gibi “dokunulmazlık kötü hafızanın yavrusudur”. “Yüzümüzde olduğu gibi ensemizde de gözlerimiz olmalı,” diyor Galeano; “çünkü iyi biliyoruz ki, binlerce kez tökezlenen taşlarda yine tökezlememek ve her zamanki tuzaklara düşmemek için, ileriye doğru bakarken geriye doğru da bakmak kaçınılmazdır.”

taraf, 12 şubat '09

11 Şubat 2009 Çarşamba

anneler ve kudüsler | nuri pakdil


I
Güz suları bizim şehrin önünden akar
Kış savunması
Bizim şehir üs öbür şehirlere
Dakka şimdi bir doğu kamerası
Ölümü çeken

Geleceği parmakların bir bir gösterdi
Yeşil bir harmani dizlerinde
Çek denizi aradan
And anıtları koy
Eski çağ taşlarının üstüne
Yeni çağ silahları üstüne

Eylem öğlesi
Gül kurularını birbirine bağladık
Ekmeğimize bulaşan çağın hakkını
kitabı açarak
Yonttuk

Soluğunda gül kokusu
Okunan ve bitmeyen bir sayfa
Gibi
Beni çeker bir girişime

Daha dinç ötede
Gerçekte olduğundan daha parlak
Yeresel
Otuzüç katlı bir yapı gibi
Damarlarımızda dolaşan kan gibi
Hamid çizgisi
II
At ipi atladı
Kitap soluyan atlar
Çocuk atı çağırdı
At çocuğu tanıdı

Denizi çek annemin başörtüsüyle ey sevgili
At geçer o zaman denizi

Bilirsiniz ormanlarla sonsuz bir at gelir
Görmüşsünüzdür çocukların rüyalarında da gelir
Biner ona
Sünnetçi

Cezayir'e atlarla gidilirdi
Babam atla bağa gelirdi
Yeni Ali
Paris'i atla dolaşacak

İyi binen ata
Bir solukta geçer Hazer'i
Yavaş yavaş ingiliz
Tuzağına düşer at süren yiğitlerin

III
Tûr Dağını yaşa
Ki bilesin nerde Kudüs
Ben Kudüs'ü kol saatı gibi taşıyorum

Ayarlanmadan Kudüs'e
Boşuna vakit geçirirsin
Buz tutar
Gözün görmez olur
Gel
Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir kudüs yapar

Adam baba olunca
İçinde bir Kudüs canlanır

Yürü kardeşim
Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin

IV
Narin bir üzüm anne yüreği
ağlaması çocuğun
çöl tülbent üstünde
sarar onunla anne yüreğini

Çocuk harita
anne çocuğun gözleriyle bakar
uyur çocuk
anne bekçi daim

Sokaklar dar mı
boğulur anne
bu atlar
geniş alan isterler

Çocuk koşar
ardından K da
insanın yüreğinde bir parça Kudüs vardır yani K
anne şimdi eline aldığı yüreğini yerine bırakır
Irmak yatağıdır
coçukların cepleri
bilmeyiz bütün ırmaklar sabahları
akşamları çocuk ceplerindedir

Erişince kelime beyi
çocuğun etine
pamuk gibi yumuşak olur o dağ
anneler her yerde o dağı ararlar

Dener çocuk
öndeki çocuk boynu mitralyözdür
toz kalktı mı ayaklarından
Alttaki çocukla birlikte ikisi de attır

Doğudan mı batıdan mı
yürüyen bir çocuk göreceğiz Kudüse
ben çok önce çıktım doğu'dan
anneler her yerde ararlar beni

Çocuk akdeniz görmüş
her ülkede bulunan
bir
K'dır

Büyüyor elinde bomba
bombanın gerçeği yumuk çocuk eli
ama çocuk
aykırı görülür ölüme

Ölüm de yasadır
artar K
annelere sunu günaydın
çocuk önder
V
Mavi ışın dolanır anne gömleğinde
bal arısı deniz suyu
tayfı çocukların
gözetir Kudüsleri

Kar yağmaz uçar anne gözlerinden
anne eli ovadır
oynayınca çocuk
daha genişler

Kudüse şiir gömlek dikişi annenin
gösterir yönümüzü igneden çıkan ipliğin konumu
kare ya dikdörtgen
annenin çocuk yanağındaki izi

Düşününce anne
Kudüsler yakınlaşır
bir tanrı tanımazın elinde de
Kudüs haritası bakar Kudüs yaklaşımıyla

Kelime anne dişleri
kiminde otuz iki kiminde otuz üç kelime
çocuk bu kelimeleri
öğrenerek yaş alır

Tapınakla yürek arasında en canlı ilişki
yüreğimiz sıkışınca
anladık
El- aksa'dan bir taş düşürülmüştür

İnsan
soyaçekim
göğe yansır umudu
baktıkça aynada
Ve çocuk gülünce
ışır El-Aksa
El-Aksa bilir ki
çocuk koyacak o taşı

Ki biraz kirazdır ki biraz silâhtır
çocukların
gözleri
parmakları

Getirince baba
Kudüsü özümseyen ekmeği
yeniler anne andını
kirazın ve silâhın üstüne

Deniz kabartısıyla
aynı andadır anne andı ve çocuk solunumu
bilir baba
toprağı süren makinanın hüzünle Kudüsü söylediğini

Ağıt yakışmaz
şiire ve çocuk yüzlerine
ki çocuk yüzleridir getirir bizlere
gereğini bağımsızlığın

İlerler zaman
Kudüs koşusunda
ancak anlar
çocukların daim önde olduklarını

[Edebiyat dergisi, Ocak 1972]

10 Şubat 2009 Salı

özel ansiklopedi [insanlar, sokaklar ve şeyler] | enis batur

kediler krallara bakabilir
Yedi-sekiz yıl önceydi, Ankara'da Ulus Meydanı yakınlarındaki Kediseven Sokağı'nın adı değiştirilince, Orhan Duru'nun Soyut dergisinde incelik dolu bir yazısı çıkmıştı. Hayli sonra, onun 1950'lerde bu sokak üzerine bir de şiirini görüp okuyacaktım. Nurullah Ataç da, Günce'sinde Kediseven Sokağı'ndan sözeder: "Bunlar güzel adlar doğrusu, ne var ki kolay değil böylesini bulmak. Böyle adları kolay kolay bulamadıkları için de ölüleri düşünüp odalarını koymaya kalkıyorlar." Yanılıyormuş Ataç, bu satırları yazışından 20 yıl sonra Kediseven'in adı değiştirilmeye kalkışıldı, gerçekten de o kolaycı yöntem benimsenecek oldu. Paris'te bir Balık Avlayan Kedi Sokağı vardır. Bir romana başlığını da veren bu dar, küçük sokakla oyalanmayalım şimdi: sokak isimleri, başka bir yazımızın konusu olacak nasıl olsa.gönderen: enis batur
Aztekler mektuplarını neye,nasıl yazar, neyle, nasıl gönderirdi?Eskimolar mektup yazmak mı, bizim gibi miyazarlar mektuplarını?Karıncaların PTT merkezi var mıdır?Güvercinler taşıdıkları mektupları okurlar mı?Çin'de bir horoz yumurtlamıştı ya:Ölüler kendi aralarında yazışır mı,geçen yüzyıl postalandığı halde sahibine halaulaşmamış bir mektup yok mudur,neden bombalı mektup almıyorum hiç,neden kimi mektupları yazıp yollamıyoruz,bir anda dünyadaki tüm adresler biribirine karışamaz mı, bir günde bir postacının çantasındaki mektuplara neler sığar: Kaç ölüm-dirim haberi,kaç hülya, kaç yanlış anlaşılma?kırkpâre
Bilmem, bazı okurların Flaubert'in kan grubunu, Virginia Woolf'un ayakkabı numarası, Şair Nigâr'ın yükselen burcunu, Necip Fazıl'ın tiklerinin ayrıntılı betimlerini bir ansiklopedi maddesinde görmek istemeleri bağışlanması güç bir sapkınlık türü müdür?Enis Batur'un kişisel ansiklopedisindeki maddelerden bazıları:
Albeni * Alkol * Alp Zeki Heper * Anka * Baba (m) * Bahar * Banyo * Pisuvar Sıkıntısı * Radyo Günleri * Telefobi * Terazi * Ütopya Kırıntıları * Yakmak * Yalancılar Adası * Yoğurtçu Zülfü Sokağı * Zilsu, tüyün üstünde bekler
Enis Batur ''özel ansiklopedi''sinde yayımladığı "Kediler Krallara Bakabilir", "Gönderen: Enis Batur" ve "Kırkpare"nin ardından gelen bu yeni kitapta, "soru"ları kuşatıyor. Karşısına koyduğu soruları genellikle tartıyor Batur, onlara kesin yanıtlar aramaya kalkışmıyor: Bir buluşlar zincirinden çok bir kayboluşlar zinciri ile okurun önünden kayıyor. Sorulara gelince, onlardan birkaçı, kitabın güzergahını göstermeye yetiyor: Godot yoksa güzel bir kadın mıydı? Korkunun tek umarı mı korkuluk? Ölüm mü insana verilmiş en büyük ceza, ölümsüzlük mü? Gecenin kaç çocuğu vardır? Zaman nereden gelir, kaydırağımı onabilir mi?kurşunkalem portreler
Enis Batur, "özel ansiklopedi"sinin insan maddesinde, mahşer kalabalığından ayrılmış tenha bir kavmin kırk dört bireyinin karakalemle yapılmış, gölgeleri özenle işlenmiş portrelerini sunuyor okurlarına. "Gerçekte, kimse kimseyi tanıyamaz" diyor yazar: "Ama, zaman ayırırsak, insana yaklaşabilir, hatta ona dokunabiliriz."
yazboz
Coğrafyamızda bulunmuş en eski kafatası iki milyon yaşında. İlk yazı örnekleriyle altı bin yıl öncesinde karşılaşıyoruz. Katlanmış sayfalardan oluşan elyazması kitaplara İsa'dan sonra rastlanıyor. Noktalama işaretlerini ilk kez Bizanslı bir keşiş kullanıyor. Saint-Augustin yazılı metinleri içinden okumaya kalkışınca herkes şaşırıyor, ondan öncesinde kitaplar yüksek sesle okunuyor. Montaigne, Erasmus gibi "büyük" kişisel kütüphaneye sahip olanların elinde yaklaşık 300 kitap bulunuyor. Sonrasında: Gütenberg'in baskı makinesinden "cep kitabı"na baş döndürücü bir hız.Enis Batur, belki de son perdesinde rol aldığımız bir oyunun, adına "Yazı Uygarlığı" dediğimiz bir tarihsel kesitin labirenti içinde, ayrıntılara büyüteçle bakıyor: İthaf, önsöz, anekdot, alıntı, daktilo, piktogram, yazma hastalığı, okuma tutkusu, kitabın gövdesi, kütüphanenin sınırları gibi uçlar arasından "Özel Ansiklopedisi"nin on beş yılda tamamladığı bu altıncı cildiyle okura bir düş evreninin kapısını aralıyor.gövde'm
Özel Ansiklopedi'sinin bu yedinci kitabında, kendi gövdesinden öteki gövdeye uzanan ana ve ara yollara açılıyor Enis Batur. Anatomi dersinden yapışık ikizlere, şeytan tırnağından osuruğa, hasta gövdeden olmadık gömülme törenlerine sıçrıyor. Erotizm, mistik bakış, ironi, Hayat'ın şakaları ve şiddeti, organlar ve maskeler sayfadan sayfaya "can"ın sınırlarında dolaştırıyor okuru. Gövde'm, romanesk bir deneme kitabı.
-
dipnotu,
özel ansiklopedi
şimdilik yedi cilt,
şimdilik.
...

7 Şubat 2009 Cumartesi

allahuekber diyen adam*


aliya izzetbegoviç bosna ordusunu selamlıyor.
hakan albayrak'ın yönetmenliğinde, ebubekir kurban'ın yönetmen yardımcılığında çekilen saraybosna sevgilim filminin son sahneleri.

etrafına bakıp allahuekber dedi
ve o aşamada
aslında bütün aşamalarda
ekleyecek bir şeyi yoktu*
*h.a.

israil'in duvarlarına fedai bildirileri | nizar kabbânî

Bizim halkımızı asla
Döndüremeyeceksiniz Kızılderili halkına.
Biz burada kalacağız
Bileklerine çiçekten bilezikler
Takınan bu toprakta.
Burası bizim yurdumuz
Ömrün şafağından beri buradayız
Burada oynadık, burada sevdik, burada şiir yazdık
Körfezlerine kök salmışız
Denizin yosunları gibi.
Kök salmışız tarihine
Yufka ekmeğine, zeytinine,
Sararmış buğdayına
Kök salmışız vicdanına.
Martlarında kalıcıyız
Kalıcıyız nisanlarında
Haçlarında çivi gibi kalıcıyız
Kalıcıyız keremli nebisinde, Kur'anında
Ve On Emir'de kalıcıyız.

Zafer sarhoşluğuna kapılmayın sakın
Halid'i öldürdüyseniz Amr gelecek
Verde'nin / Gül'ün kanını döktüyseniz
Itır / Reyhan kalacak!

Mescid-i Aksa yeni bir şehit
Eski hesaba onu da ilave ettik
Ateşler değil, yangınlar değil
Kandiller aydınlatıyor yolumuzu

Cangılların kamışından
Cin gibi çıkarız karşınıza. Cangılların kamışından
Posta kolisinden, otobüs koltuklarından
Sigara paketlerinden, benzin bidonlarından,
Mezar taşlarından,
Tebeşirlerden, tahtalardan, kızların saç örgülerinden,
Haçların ahşabından, tütsü kaplarından, namaz örtülerinden,
Mushaf kâğıdından geliyoruz size karşı
Satırlardan ayetlerden...
Rüzgâra, suya, bitkilere katılmışız biz,
Renkere seslere yoğrulmuşuz biz
Kaçıp kurtulamayacaksınız
Nil kıyısından Fırat'a kadar
Her evde bir tüfek var.

Bizimle rahat edemeyeceksiniz
Öldürdüğünüz her kişi yanımızda
Bin kez daha ölüyor.

Dikkat edin dikkat edin
Pençeleri var nurdan direklerin
On gözü var pencerelerin
Ölüm sizi bekliyor her geçen yüzde
Her bakışta her belde
Sizin için saklanmış ölüm
Her kadının tarağında
Saçının perçeminde.

Ey İsrail oğulları, gurura kapılmayınız
Saatlerin akrepleri durduysa da, dönmesi lâzım
Yeryüzünü gasb etmeniz korkutmuyor bizi
Kartalların kanatlarından düşen tüy
Uzun susuzluk korkutmuyor bizi
Kayaların kalbinde hep kalacak su
Orduları bozguna uğrattınız ama bilinçleri yenemediniz
Tepelerinden kestiniz ağaçları, kökleri kaldı

Zebur'da gelenleri okumanızı öğütlüyorum size
Tevrat'ınıza dayanmanızı öğütlüyorum size
Tur yolunda peygamberinizin ardından gitmenizi
Size ekmek yok burada, huzur yok size
Her caminin kapısından
Her kırık minberin gerisinden
Haccac çıkacak geceleyin, Mansur çıkacak

Hüznün çocukları var, büyüyecekler
Uzun acının çocukları var, büyüyecekler
Toprağın, mahallelerin, kapıların çocukları var,
Onların hepsi büyüyecek.
Otuz yıldır toplandılar
Sorgulama odalarında, polis merkezlerinde,
Hapishanelerde
Gözlerde yaş misali toplandılar.
İşte onların hepsi
Bir an gelecek, bir an gelecek
Filistin'in bütün kapılarından girecekler.

Türkçesi: İbrahim Demirci

6 Şubat 2009 Cuma

heves 20 | şiir eleştiri dergisi


beşir'le vals

Ortadoğu'yla bağı olan filmlerin siyasi bir zemine oturması hiç de yadırganacak bir durum değil. Çünkü karmaşık bir siyasi ortamdan beslenen yapımların içine çeşitli yaşanmışlıkların sızması gayet anlaşılır. Abbas Kiarostami ya da Amos Gitai filmlerinin kimi zaman metaforlarla örülü yapısı bir kenara, bu coğrafyadan çıkan kimi filmler doğrudan Ortadoğu'nun tarihiyle hayat buluyorlar. Üstelik bu durum, ortaya çıkan film, genelde 'hafife alınan' animasyon türünde yapımlar olduğunda bile değişmiyor. Misal, "Persepolis" (2007), sade çizgilerle bir kişinin hayatını anlatırken, İran'daki değişimi perdeye yansıtıyordu. "Beşir'le Vals" ("Vals Im Bashir", 2008) de yönetmen Ari Folman'ın hayatına ışık tutmakla birlikte, 80'lerde yaşanmış katliamları ve bölgedeki olayları aktarıyor.
"Beşir'le Vals"in üzerinde en fazla durulması gereken özelliklerinden biri "kişiselliği". Filmde izleyici, Folman'ın bakış açısını paylaşıyor. Folman gibi, olayların içine git gide giriyor ve film ilerledikçe daha çok noktanın ucu aydınlanıyor. Şahsi olmasının ve yönetmenin bakış açısını yansıtmasının film için belli avantajları var. "Beşir'le Vals" bu sayede, belli sorumluluklardan kaçınabiliyor. İsrail-Filistin meselesinin tarihine, ya da filme ismini veren Beşir Cemayel'in Lübnan'daki falanjistler arasında neden bu kadar popüler olduğuna ve onun fikirlerine girmiyor mesela. Filmin en fazla eleştirilen noktalarından birisi de bu. Ancak Ari Folman'ın önceliği, bizi kendi deneyimine ortak etmek olduğu için bu noktaları atlayabiliyoruz. Bu açıdan film, İsrail'in tarihi değil, Folman ve arkadaşlarının kişisel tarihi olarak karşımızda duruyor.
'Ortada' bir film
Savaş karşıtı ve hümanist bir tarafı olmasına rağmen film, radikal bir duruş taşımıyor. Bu bakımdan biraz 'ortada' bir film izlenimi veriyor. "Beşir'le Vals"in İsrail'de solcular kadar sağcılardan da destek görmesi ve her iki kesimin filmi benimsemesi bununla alâkalı olabilir. Bununla birlikte film, katliamların karşısında duruyor ama Lübnanlı lider Beşir'in öldürülmesinin ve bu durumun falanjistler üzerinde ne kadar büyük bir travma yarattığını açık bir şekilde dile getirerek, Lübnan'daki katliamların çıkış noktasında Filistinlilere topu atıyor sanki. "Hatamız var, göz yumduk ama asıl suçlu falanjistler ve onların da liderleri öldürüldü" diyerek kendini de aklıyor yani. Bu bakımdan filmde bir karşı açının eksikliği hissedilebilir. Karşı taraftan birinin, mesela olaylara bir şekilde tanık olmuş bir Filistinlinin de filmde yer alması pekâlâ mümkün olabilirdi. Bir arkadaşını görmek için Hollanda'ya giden yönetmenin bir Filistinliyi bulmaya da gücü yeterdi herhalde. Ancak bu durum yine yönetmenin tercihine bağlanabilir ve biz de bu noktada filmin 'kişisel' bir belgesel olduğunu hatırlayabiliriz. Film nihayetinde İsraillilerin bakış açısı, deneyimleri ve yönlendirmeleriyle şekilleniyor. Bu 'kişisellik' meselesi filmin sığınak noktası gibi.
Filmin "hafıza" meselesiyle de yakından bir bağı var. Folman'ın geçmişi hatırlama, hafızasını tazeleme çabası filmin çıkış noktası. Bununla birlikte, Folman askerliğine dair görüntülerinin hafızasından nasıl silindiğine dair taşlı yolu izlerken bir dedektif titizliğine başvuruyor. Bu süreçte biz de hafızanın nasıl canlı olduğuna, travmatik durumlardan kaçınmak için ne gibi hilelere başvurduğuna şahit oluyoruz.
Hepimiz seyirciyiz...
Filmin seyirci olmaya dair doğrudan bir sözü de var. Filmde bir psikolog, savaş zamanındaki bir fotoğrafçıdan bahsediyor. Söz konusu fotoğrafçının savaşa günübirlik bir gezi gibi yaklaşarak, yani çatışmaları ve felaketi kendine yabancılaştırarak, kendini bu olayların uzağında tutmaya çalıştığını öğreniyoruz. Bu noktada, o fotoğrafçının durumu seyirciyle özdeşleşiyor. Bu noktada filmin kendisiyle birlikte biz izleyenleri de 'suçlu' olarak itham ettiği de iddia edilebilir. Çünkü biz de o fotoğrafçı gibi, yaşananlara ancak dışarıdan ve pasif bir konumda bakıyoruz.
"Beşir'le Vals"in hafızanın savunma mekanizmalarına değinmesi, Lübnan'daki katliamları, bilmeyenler açısından göstermesi, tüm bu çatışma sürecinde bizim de birer seyirci olduğumuzu hatırlatması önemli bir girişim. Üstelik animasyon olmasına rağmen gerçekçiliğinden ödün vermemesi de filmin olumlu bir yönü. Biliyoruz ki, filmin gösterdikleri gerçekten oldu ve Folman da olanları etkileyici bir biçimde aktarıyor. Ancak "Beşir'le Vals"in kişisel bir film olduğu gerekçesiyle birçok noktayı açıkta bıraktığı ve tek bir bakış açısı taşıdığı da aşikâr.
-gökhan şeker

zenci not; beşir'le vals, zat-ı katil yönetmenin bir tür vicdan borç ödeme tahsilat denemesi olsa gerek. ısrarla bir adamın kişisel hikayesi diyor söyleşilerinde. -yani one man's personal story! bir adam karşındakini öldürdüğünde, bu mesel nasıl kişisel kalabiliyor? filmi izleyelim de, bakalım. mutlaka izlenmeli, mutlaka.

http://waltzwithbashir.com/

fragman,

2 Şubat 2009 Pazartesi

no çi halo | mehmet atlı

1 Şubat 2009 Pazar

ben ulrike, bağırıyorum.

Adı: Ulrike. Soyadı: Meinhof. Cinsiyeti: Kadın. Yaşı: 41. Evet, evlendim. Sezeryan doğumlu iki çocuğum var. Evet, eşimden boşandım. Mesleği: Gazeteci. Milliyeti: Alman.

Bundan sonra 4 yıl boyunca modern bir devletin, modern bir cezaevine kapatıldım. Suç? Özel mülkiyete ve bunun korunmağı için yaptırılan ve yasalara ve sonuçta her şeyin mülkiyet hakkını sınırsızca genişleterek, patron haklannın gerçekleştirilmesine karşı saldırıda bulunmak. Her şeyin: Beynimizin, düşüncelerimizin, sözcüklerimizin, tavırlanmızın, duygularımızın, işlerimiz ve aşklarımızın, kısacası tüm yaşamımızın. Hukuk Devletinin patronları, bu nedenle beni yok etmeye karar verdiniz. Kutsal yasalarınıza boyun eğildiği sürece yasalarınız herkesi için eşittir. Kadının özgürlük ve eşitliğim en üst düzeylere eriştirdiniz; gerçekten bir kadın olarak beni bir erkek gibi cezalandırdınız. Size teşekkür ederim. Beni cezaevinden daha berbat bir yere koyarak ödüllendirdiniz. Morgdan da soğuk ve aseptik bir yerde ve "duyu organlarımdan yoksun bırakarak" beni işkencelerin en büyüğüne tuttunuz. Deyim yerindeyse yani, beni sessiz bir hücreye gömmüş oldunuz. Beyaz bir sessizlik, beyaz bir hücre, beyaz duvarlar, beyaz döşemeler, kapının sır işlemesi bile beyaz, masa, sandalye ve yatak, tuvaletten bahsetmek yersiz zaten. Neon lambası beyaz, hep yanık duruyor: Gece gündüz. Gece hangisi, gündüz hangisi peki? Nasıl bilebilirim? Pencerenin arasmdan sürekli olarak beyaz bir ışık sızıyor. Sahte bir ışık, pencere gibi sahte, beni beyaza boyayarak buraya kapattığınız zaman gibi sahte. Sessizlik. Dışarının sessizliği, ne de bir ses, ne bir gürültü, ne bir insan sesi. Ne koridordan geçip giden işitiliyor, ne de açılıp kapanan kapılar. Hiçbir şey!
Tümü sessiz ve beyaz. Beynimin içi sessiz ve tavan gibi beyaz.
Sesim beyaz çıkacak, konuşmayı denersem.
Beyaz tükürüğüm ağzımın kenarında bir burukluk bırakıyor. Gözlerimin içi, midem, boş atan damarım sessiz ve beyaz.
Bir akvaryumda yelpaze yüzgeçlerim kaybetmiş, sessizlikte batmamaya çalışan bir Japon balığı gibi çekingenim. Sürekli olarak kusma duygusu hissediyorum. Beynim, odaya süzülen ışığın boşluğunda kafatasımdan kopuyor. Çamaşır makinesindeki deterjan köpükleri gibi yükselen tozların hepsi üzerimde: Onları temizliyorum, yanyana diziyorum... Yeniden üzerime yapışıyorlar... Yoo, hayır! Hayır! Onları durdurmalıyım. Beni delirtmeyi başaramayacaksınız... Düşünmeliyim! Düşünmek! İşte düşünüyorum.. Sizi düşünüyorum. Bana bu işkenceyi yapan sizleri düşünüyorum: Sizi, bu akvaryumun kristal camına burnunuzu ezerek dayamış ve beni hapsetmiş olmanın ilginçiliğini izlerken görüyorum. Gösteriye bayılıyorsunuz... Direnç göstermemden korkuyorsunuz... Benim gibi olan diğerleri ve yoldaşlarım tasarladığınız güzel dünyayı bozmanın arayışında olduğundan korkuyorsunuz.
Gözalıcı renklere boyadığınız çürümüş ve grileşmiş dünyanızdan dışlayıp, tüm renkleri yasakladınız bana, ne grotesk!
insanlar hiçbir şeyin farkına varmadan tüm renkleri tüketsin diye zorladınız onları: Ahududu şurubunu çiğ kırmızıya boyadınız, kanser yaptığı kimin umurundaydı, aperatifleri yaldızlı portakal rengine. Zümrüt yeşili, krom sarışı yağlar ve reçellerin zehirli renklerim çocukların midelerine indirdiniz.
Delirmiş palyaçolar gibi boyadınız kadınlarınızı bile... Yanaklara pespembe, gözkapaklarına Cezayir moru ve menekşe mavişi, dudaklara zencefil kırmızısı ve karnavalın tüm renklerinde tırnak cilaları: Altın, gümüş, yeşil, turuncu hatta kobalt mavisi bile...
Ve beni beyaza zorlayın, çünkü beynim bir sürü renkli kağıtlar arasında paramparça oldu: Korkunuzun lunapark ve karnavallarının renkli kağıtları. Evet, çok güvenli görünüyorsunuz ama kocaman bir korku sizi delirtmeye ve katılaştırmaya yetiyor. Bu nedenle her yeri saran renkli neon ışıklarına gereksinim duyuyorsunuz. Ve vitrinler ve sesler ve gürültüler ve radyo ve büyük ses dalgaları her yerde, açık, büyük mağazalarınızda, evlerinizde, arabalarınızda, kafebarlarda, aşk yaparken yatağınızda bile.
Sessizliğin korkunçluğuna ise beni mecbur edin... Çünkü siz terörün starısınız tek başmıza ve beyninizle... Çünkü sizin dünyanızın dünyaların en iyisi olmadığına dair korkunç şüpheleriniz var... Ama daha da beteri: En çöle dönmüş, en kurumuşu.
Beni bu akvaryuma kapatmanızın tek nedeni var... Hayır, sizin yaşamınızı onaylamıyorum. Hayır, sizin şeffaf giysili kadınlarınızdan biri olmak istemiyorum. Cumartesi gecesi, bir restorandaki masamzda çeşitli yabancı menlilerle ve budala ama bağıran müzikle küçük gülücükler, aptal tebessümlerle baştan çıkartan bir kadın olarak sunulmayı istemiyorum. Ve o mahzun ve göz süzen ve bazen deli, öngörüsüz ve aptal ve çocuksu ve ana ve orospu ve aniden sizin hiç eksik etmediğiniz banal bir fıkraya kibarca gülümsemeye kendimi zorlayan biri olmamalıyım. Ah, işte hafif bir hışırtı: Kapı açılıyor, bir gardiyan görünüyor. Ve bana sanki saydammışım ve burada yokmuşum gibi bakıyor. Hiçbir şey söylemiyor, ama elinde öğlen yemeği için getirdiği bir tabak var. Masanın üzerine bırakıp gidiyor. Kilitliyor. Yeniden sessizlik.
Yemek için ne getirdiler? Hamburger. Bir bardak greyfurt suyu. Haşlanmış sebze, bir elma. Aklıma intihar düşüncesi takılır diye endişelendikleri anlaşılıyor. Gerçekten kağıt tabak, kağıt bardak. Bıçak yok, çatal yok. Sadece jiklet gibi yumuşak plastik kaşık var. Kendi kendimi yok etmeme razı değiller. Bu onlara ait bir karar olacak. Zamanı geldiğinde kendimi yok etmem için emirler verilecek ve o andan sonra bu hücrenin penceresindeki engel buruşuk bir çarşafın ve bir kayışın aşılabileceği kadar kaldırılacak ve kendimi asmam için bana yardımcı olacaklar... Hatta çok fazla yardımcı olacaklar. Temiz bir iş... Beni öldürmeye hazırlanan sosyal demokrasimiz gibi tertemiz... iyi bir emir bu.
Kimse tek bir çığlığımı, iniltimi duymayacak... Bu temiz ulusun mutlu insanlarım huzurlu uykularında rahatsız etmemek için herşey sessizlik içinde gayet tedbirli olacak... Emir verin. Uyuyun, uyuyun Almanyamın ve hatta Avrupanın şaşkın ve semiz halkı, öngörülü halk, sakince uyuyun, ölüler gibi! Çığlığım sizi uyandırmayacak... Mezarlıkta yatanlar da uyanmayacaklar. Öfke ve nefret, büyük geminizin makine dairesinde terden geberenlerde birleşecek biliyorum: Türk, İspanyol, italyan. Yunan, Arap göçmenler ve tüm Avrupanın düzülmüşler!, düzülmemişleri, tüm kadınlar, ezildiğinin aşağılandığının, sömürüldüğünün bilincinde olan tüm kadınlar neden burada olduğumu ve neden bu devletin beni öldürmeye karar verdiğim anlayacaklar...
Tıpkı cadılar zamanındaki bir cadı gibi... iktidar için bugün de cadılar zamanı sürmektedir. Cadılar tezgahlarla, makinelerle, mengenelerle, zincirlerle, gürültülerle, patırtılarla, tiz çığlıklarla birlikte olmak zorundadır. Plafff... tritritritriii... vroommm hahaha! Tritritri, vrommvroomm... Mengene! Frufrufrufrufluuutttss... Pres! Paat! Matkap! Frufrufrufru... motor! Popopopo... kazanlar! Ploffploffploff...
Gürültü, curcuna, çığlık ne güzel! Ah, ah bu patronları siz yarattınız, kazancınız için... ve bende bundan yararlandım.
Sessizlik yeter artık! Kendi kendime gürültü yapacağım: Mengene: Frufrufru... Pres: Paat, paat... matkap frufrufru... kazanlar: ploffploffploff...
Gaz, gaz çıkıyor! Öksür: Öhö öhö öhöö!
Zincir: Ritmik zamanlamayla, ritmik olarak ilerle, vrınnn vroonngtraktrak tatata tatata fırrfırr-rfırrr...
Yeter, yeter! Makineler dursun, susun!.. Sessizlik ne kadar güzel, bana bu sessizliği sağladığınız için teşekkür ederim, gardiyanlar... kesinlikle... Ah, nasıl tadım çıkarıyorum, zevk alıyorum... Dinleyin, ne tatlı, huzur verici... Ben cennetteyim... Gardiyanlar, yargıçlar, politikacılar umrumda bile değilsiniz... Asla beni delirtemeyeceksiniz, beni sağlam öldüreceksiniz... Mükemmel bir ruh ve beyinle... Böylece herkes katillerin devleti ve katillerin hükümeti olduğunuzu anlayacak, emin olacaklar.
Şimdiden cesedim! kaçırıp saklamanızı, kapıyı avukatlarıma engellemenizi görür gibiyim... Hayır, Uirike Meinhofu göremezsiniz. Evet, kendini astı. Hayır, otopsiyi izleyemezsiniz. Hiçkim-se. Sadece hükümetimizin bilirkişisi, o da zaten kararım verdi. Meinhof kendini astı. Ama boynunda boğulma izleri yok... Boynunda hiçbir morarma lekesi yok... Buna karşılık tüm vücudu çürük içinde... Öteye gidin, donun, bakmayın! Fotoğraf çekmek yasaktır, bilirkişi tutanağından bir şey sormak yasaktır. Cesedimi incelemek yasaktır. YASAK. Düşünmek yasak, tahmin etmek, konuşmak, yazmak yasak, hepsi yasak! Evet hepsi yasak! Ama kendi aptallığınızı, her katile özgü bu klasik aptalığınızı, kahkahalarınızı yasaklayamazsınız.
Cesedim bir dağ gibi ağır... Yüzbin ve yüzbin, ve yüzbinlerce kadın kolu bu kocaman dağı kaldırıp omuzlarına alırken sizin yerinizi sarsacak müthiş bir kahkaha atacaklar.

[dario fo]

* ulrike marie meinhof

''üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim.''

Alman radikal sol kanadı militanı ve gazeteci.
Baader-Meinhof Grubu olarak da bilinen Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun [Almanca: Rote Armee Fraktion - RAF] kurucularından biriydi.
İlk başlarda nükleer karşıtı hareketin bir üyesiydi ve konkret adlı radikal sol gazetenin editörüydü. 1961 yılında bir komünist olan Klaus Rainer Röhl
ile evlendi. Bu evlilikten Bettina ve Regine adlı ikizleri oldu.
1968 yılında boşanan Meinhof, Berlin'deki daha radikal solcuların arasına karıştı. Sol kanadın kullandığı sıradan mücadele araçlarının etkisizliği nedeniyle hüsrana uğrayan Meinhof, 1970 yılında Andres Baader'in
hapisaneden kaçmasına yardım etti ve daha sonra kimi soygunlarda ve sanayi siteleriyle Amerikan askeri üslerinin bombalanması eylemlerinde rol aldı. Grup Alman basını tarafından hemen "Baader-Meinhof Çetesi" olarak adlandırıldı. Meinhof 'şehir gerillası' kavramı da dahil olmak üzere grubun ürettiği pek çok broşür ve manifesto kaleme aldı. Bunlar sıradan insanın sömürülmesi ve kapitalist sistemi suçlayan yazılardı.
1972'de Langenhagen'de
yakalandığında "ön duruşmalarda" 8 yıl cezaya çarptırıldı. Kendisine ömür boyu hapis cezası veren duruşmalar sırasında 9 Mayıs 1976'da JVA Stuttgart-Stammheim'daki hücresinde "ölü bulundu". Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun üyeleri de dahil olmak üzere pek çok insan daima onun Alman iktidarının temsilcileri tarafından öldürüldüğünü söylediler.
2002 yılında, Meinhof'un beyninin ailesinin izni olmadan kafatasından çıkarıldığı ve üzerinde çalışmalar yapıldığı ortaya çıkarıldı.